1 Mart 2015 Pazar

İkiyüzonuncu gün

Bugünün güzel yanlarını sıralamak gerekirse, enfes bir kahvaltı-babanın ellerine sağlık, kaka yapışın nihayet ve sana yulaflı yiyeceğini bulabilmemiz oldu.

Niye böyle kısalttım günügüzel anılarla, çünkü arası deresi ev aramalarla geçti yine. Yüzünden okumaya çalışıyoruz dediklerini, hangi eve gitsek aslında, henüz kapıdan girmeden genelde, uyuyakalmış oluyorsun. Beğenmedi, olmıcak bu iş, diyoruz. Evlere sığamıyoruz annem, ikna oldum sanırım ben de. Hani sen henüz yarım metreden az biraz çoksun amma, bizim bildiğin üç kişilik bir eve ihtiyacımız var en az. Mutfakta bile bir set eşyan var, banyoyu, odanı, giysilerini, oyuncak ve salıncak ekipmanlarını saymıyorum. Bulucaz herhalde. Bunalıma giriyormuşsunuz taşınınca, sen girmezsin diye ümit ediyoruz. Ne de olsa gezmeyi, tozmayı, yeni yerler görmeyi seviyorsun.

Sonra bu haftasonuki doktor dedi ki, bir dahaki görüşünde yabancı anksiyatesi geliştirecekmişin, kimselere gülmeyecekmişin. Biz güldük o öyle diyince, çünkü senin kimselere gülmeyeceğini düşünmek bile güldürüyor insanı. Sana olmaz anksiyate falan diyoruz, göreceğiz.

Bugün ev bakma bezginliği ertesi dolanıp eve geldiğimde, sen babanın kucağında kangrudaydın. Ben oldukça ümitsiz ve boşboş bakıp, vir vir ederken, sen pek komik bakıyordun bana kafanı eğip. Seni görürken, vir vir etmekte bile zorlanıyordum anlayacağın. Sen bu muzipliği, iş güç telaşı gibi daha da boş işler başımı sarmışken de koru, olur mu. Sen bi gül o kangurunun bir yerinden, benim içim ısınsın, olur mu.

Öptük seni yıkanık, sen kokulu bacaklarından. Babanın "Bu ayaklarla mı ayrı eve çıkıcan sen" dediği beşer bezelyeli ayaklarından...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder