26 Şubat 2015 Perşembe

İkiyüzyedinci gün

Bu ara yoğunsun Kurabiye. Benimle birlikte, bakıcı kadın ve koşturulacak ev arıyorsun. Gelen bakıcı adaylarını şöyle bir inceliyorsun. Evlere bir göz atıp, oluru varsa gülümsüyor, yoksa uyukluyorsun. Ya da tam tersi, henüz anlayamadığımız için ev de tutamadık.

Sebze çorbasına alıştın, sana her yerden bebek ıspanaklar alıyorum. Gülümsüyorsun çoğu zaman çorbayı içerken. Sen ve önlük ve tüm yüzün de içiyor tabi de, ben gülümsediğimden midir nedir, hm iyi bir şey yapıyorum sanırım bunu içerek diyorsun gibi geliyor. Aslında bu belgesel niteliğindeki çorba içme deneyimini kameraya çekmemiz gerek.

Bakıcı adaylarında, insaflı olma, sana gülümseme, seninle konuşma ve seni Alah korusun düşürmeme kriterleri arıyorum kendimce. Ama sana masal anlatma, sana masal anlattırma işleri nolacak, nasıl yetişeceğim hepsine, Kurabiye çocuğun ormandaki tavşanlar, kuşlar arasından pörtleyen maceralarını nasıl yazacağız. Ya da senin dönenceye saklanmış kırmızı filin oraya nereden geldiğinin hikayesini nereden öğreneceğiz.

Sahil yoluna bir çocuk bu kadar mı yakışır peki anne kucağında, kangurusunda, der misin bana. Her bakan maşallah dese de, ne kadar maşallahlanırsan akşam o kadar huzursuz oluyorsun, biliyor musun. Hep nazara gelecek misin ömür boyu acaba. Nasıl koruyacağız seni kem gözlerden. Peki bir cafeye bunca mı yakışır bir bebek. Manzaraya bakar, yatar yuvarlanır, kahkalar atar. Hele bunları yan masanın göz bebeği birazcık büyük bir oğlan çocuğu varken yapar, masadaki on kadının kafası senin kahkahanla o çocuktan sana döner, tabi o annenin nazarı uyutmaz akşam seni sonra.

Dualarımız aydınlatsın seni olur mu. Tüm çocukların önünü aydınlatsın. Sana dilenen güzel dileklerin hepsi dünyadaki tüm çocukları bulsun, olur mu. Buralarda Judith Lieberman diye beni ne dese büyüleyen bir kadın var, o diyor ki büyük konuşsun herkes. Madem severek, madem aşkla yapıyoruz yaptığımız şeyi, büyük konuşalım o zaman, diyor. Büyük konuşalım Kurabiye. Çok sevdiğimiz şeyler için büyük konuşalım. Sen hep gül, hep huzur bul kollarımızda mesela. Sonra geçen gün gördüğümüz kadın gibi olabilelim bir gün  biz de. Sokakta annesiyle yaşayan kucaktaki bebeği görünce, düşünmeden sarıp öpebilelim, iğrenmeden, çekinmeden, korkmadan. Hayvanları da sevelim, yaşlıları da, çocukları da.

Sen yazmayı sevmesen de benim kadar, keşfetmeyi, merak etmeyi çok sev, olur mu. Dokunmayı, hissetmeyi, doya doya, katıla katıla gülmeyi, şimdi yaptığın gibi canın istedi mi, çok sev olur mu. Zamana, saate, yaşa bakmadan, bir sürü Göğe Bakma Durağı yap kendine, olur mu. Hah şimdi gülme vakti, de. Dur, gül çınlatıp yeri göğü. Bazen minik ayaklarının altının gıdıklanması kadar kolay olsun bu gülümseme, bazen denize bakmak, martı görmek kadar, bazen sevdiğin bir haber, sevdiğinden selam almak kadar kolay olsun.

Naçizane yazımı aynı yoğunluk ve derinlikte malesef bitiremeyeceğim, çünküme TV denen aptal kutusunda kahverengi ceketli, kahverengi papyonlu ve kot pantolonlu iki tip ellerini kollarını sallayarak bir şarkı söylemeye başladılar. Babana yalvardıysam da değiştirmedi kanalı, olan bizim yazımızın sonuna oldu. Ama sen bizi anladın Kurabiye.

Bugün yolda beni gören kadının "pardon, sizin minik bir bebeğiniz var değil mi, kucağınıza takıp geziyorsunuz onunla, geçen gün gördüm çok tatlısınız" dediği gibi, beni meşhur yapmaya devam et. "Evet, o benim oğlum ve biz hep geziyoruz hava elverince" dedirt bana da.

Öptük seni; bakıcı kadın, koşturulacak ev görmüş gözlerinden, armut suyu ve çorba içmiş dudaklarından, bu kışın son iğnelerini yemiş popondan ve kolumda uykuya dalan kollarından...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder