20 Ağustos 2017 Pazar

Sineklerin gücü adına....

Bu hafta sonu bir eğitimdeydim, sana "okula gidiyorum ben de senin gibi" dedim. Senin okuldan dönüş vaktinde gelmediğimde babanı yoklamışsın; "Ben bu saatte evde oluyordum, bu kadın gelmiyor, ne iş?" diye. Yemem demişsin bu numarayı. Ama yüzmek daha cazip gelmiş bir yandan da, kollukları bile atıp simitle yüzmüşsün tüm havuzu babanla...

Eğitim, benim gibi anneler daha doğrusu yakında anne olacaklar içindi, biraz nefes, biraz drama, biraz oyundu. Çok şey düşündüm, hissettim kendime göre... Birkaç diyecek birikti sana ondan...

Yıllar önce bir yoga kampına gitmiştim, o zaman şirin mi şirin, yumak mı yumak bir kedimiz vardı. Yoga öğretmeni -evet o da okul gibi bişiydi yani senin anlayacağın- güzel bir şeyler düşünün dese, gözümün önüne kocaman tombik yüzüyle kedimiz geliyordu, tüm ekranımı kaplıyordu. Şaşırmıştım, ki kedimizin adı da Şaşkın'dı, belki de her şey ondandı. O dönem için beni en iyi hissettiren şeyin, konuşmasını, anlatmasını, dinlemesini ve anladığımız anlamda sevmesini bilmeyen bir hayvancık olması tuhaf gelmişti.

Bu hafta sonunda her gözümüzü kapatıp güzel bir yer düşlediğimizde, dolu dolu sen geldin aklıma. Oksitosin dediler, tamam ondadır, dedim. Bir yer düşünün dediler, tamam onunladır, dedim. Baban da eğitimin bir kısmında vardı, o ne görmüş diye merak edersen, uyuyakaldığı için bişi görememiş, çok üzgündü. Ama eminim uyuyakalmasa o da seni görürdü.

Ve bu sabah kahvaltıda birden, "ben tüm inekleri, kedileri, köpekleri ve sinekleri çok seviolum..." dedin. Seni ısırıp kaşındıran, bizi de deli eden sinekleri bile sevdiğini söyledin. Özellikle seçtin sineği en sona, adını zikrettin..Ben dedim ki sevme hepsini, tüm insanları da sevme, bazı insanlar kötü, hem de çok kötü, nasıl öğreticez sana bunu- kendi çapında tatsız bir hafta geçirdim, sabahleyin göğsümde oturan bir fille kalktım, seni sardım sakinlemek için, sararken iyi, bırakınca takatsiz kaldım, her şeye öfkem ve umutsuzluğum ondandı- Ama sen gürül gürüldün yine karşımda, ısrar ettin, "seviolum sinekleri" dedin gülümseyerek...

Sevmesini bilen yüreğin ve aklın hep böyle kalsın güzelim. Ben de seni çok seviolum ve hatta sen sevdiğin için sırf, o sinekleri de çok seviolum. Babanı da, her düşeyazdığımda tam yanımda olduğu, benimle üzülebildiği için seviolum en çok.

Dünyayı belki de gerçekten güzellik kurtarır bir gün Kurabiye, ve her şey sadece tek bir insanı, tek bir canlıyı sevmekle başlar şairin dediği gibi. Ve sen ve siz hepiniz, bu dünyaya bunları bilerek geliyorsunuz belki. Tüm sinekleri tüm çocuklar seviyor belki de, tüm canlıları ve cansızları sevdiği gibi... Ve sevmek iyi de geliyor insana, bunu da biliyorsunuz belki hepiniz. İçinizi nasıl güzelleştirdiğini, yüreğinizi tüy gibi hafiflettiğini biliyorsunuz peşinen... Ortalık bazen sevmeyen, sevmesini bilmeyenle dolup taşsa da, siz ezberinizi unutmuyorsunuz belki de Kurabiye....

Beni güzelleştiren yüreğine, nefesine şükran...Tatlı rüyalar güzelim...

31 Temmuz 2017 Pazartesi

Seni çok seviyorum anne...

Saçma bir mesai gününden eve geliyorum, kafamda kendime göre irili ufaklı soru ve hesaplar... Suratım bir karış bile olabilir. Uzakta seni görüyorum, bisiklete biniyorsun. İki düşünce jet hızıyla yokluyor sağımı solumu. İlki, görünmeden sıvış çık yukarı yat yuvarlan azıcık, diyor, yorgunsun bak. İkincisi, git bir sarıl şu çocuğa, kendine gelirsin, diyor. Ben sanırım ikinciye meyletmeye hazırlanırken, yani sen beni gör diye ortada dikilirken, sen aniden beni görüyorsun. O an bir çığlık kopuyor senden, "anne gelmiş, anne gelmiş!" diye inliyor tüm bahçe. Bisikleti oracıkta bırakıp bana doğru kollarını açıp koşmaya başlıyorsun, kollarımda kayboluyor tüm ağırlığın, un ufak oluyorsun adeta. Gözlerim doluyor sen görmesen de, ben senden çok bağırmak istiyorum, canımsın sen benim, diye.

Kendimi bunca işlevsiz ve hayatımı vasatın altı hissettiğim bir akşam üstü, beni bunca seven, beni görünce bunca sevinen bir şey var ve o da sensin diye her yanım bayram ediyor, kendimi işe yarar hissediyorum, bir amacım var gibi hissediyorum.

Seni sırf bu his için, sırf bugün için bile doğurmuş olabilirim. Yanlış olmasın, bana iyi gelmek zorunda değilsin tabi, ama yıllarca, on yıllarca unutacağımı sanmıyorum bugünkü coşkunu, her şeyi oracıkta bırakıp bana koşuşunu ve kollarımda teslim oluşunu.... İyi ki varsın Özgür'üm....

11 Haziran 2017 Pazar

Martı simidine ve çöp kamyonuna yanık çocuk

Birkaç kez yazıp vazgeçmişim. Sanırım artık birazcık büyüdüğün için daha zor gidiyor elim yazmaya, çünkü dilin dönüyor artık, ve sorularınla ve laflarınla yeterince aptala çeviriyorsun beni. Yani tutup buraya yazacak, burada dile dökülecek şey kalmıyor gibi oluyor, çünkü çoğunu sana diyorum zaten, bir de ne bileyim, elaleme ne bunlardan, deyip deyip de vazgeçtiğim çok oldu. Ama bugün bir şey oldu, ondan yüz buldum.

Dayın, yaptığı bir besteyi yayınlamaya karar verirken, "let go" zamanı geldi demiş ecnebi memlekette bestesi için. Sevdim bu tabiri, belki de sırf akıp gitsin diye yazmak lazım bazen, ben daha yazmadan elli yargıçla elden ve elekten geçiriyorum yazıyı, evet evet yazmasan da olur deyip eliyorum. Halbuki, hayır efendim, madem yazmak sana iyi geliyor, hem bir anne, hem bir kadın, hem bir çocuk, hem de bir insan olarak, o zaman, yazacaksın diyor ve yazıyorum.

Yine de uzun uzun demeyeceğim. Çok yorucu ve keyifli bir günün sonunda geç saatte uyuyakaldın, o esnada gecikmiş bir çöp kamyonu geçti yoldan, olanca gürültüsüyle. Bir motor sesine, bir de çöp kamyonlarına hayransın, nerde duysan çıkıp bakıyorsun, hele yolda görsen çöp kamyonu, pür dikkat izliyorsun, ben göremiyorsam şayet, tüm detaylarıyla bana anlatıyorsun. Arkada duran abiyi, kamyon yavaşlayınca nasıl atladığını, çöp kutularını nasıl aldığını, kamyona nasıl attığını. Bugün de babannen sana oyuncak çöp kamyonu almış, kendini kaybettin. Diyeceğim o ki, bu akşam da çöp kamyonu sesini duyunca balkonda, seni anmadan ve az daha kafa yormadan edemedim.

Bugün kumda yanındaki çocuk, senin oyuncaklardan almış oynuyor, hadi oynasın diyelim. Ama insanlar ikiye ayrılıyor ne yazık, iyilikten nezaketten anlayanlar ve anlamayıp sürekli daha daha diyenler. İşte o çocuk, ben senin yanına gelince su istedi benden, denizden doldurayım diye, gidemem dedim. Var kendime göre sebeplerim, açık etmeyeyim şimdi, hem kum ıslak, boşver dedim suyu, gözüm de sende. Ama su lazım dedi pişkince, senin oyuncağını bana veriyor, bana su lazım sen gidip alır mısın, diyor, alamam kardeşim dedim, git kendin al çok lazımsa dedim-ben de az cadılanmamışım- ama pantolonum ıslanır dedi, yok ya dedim -yok bunu içimden dedim. senin anan baban yok mu dedim, ordalar dedi, onların umurunda değil nerdesi napıyorsun,  hah dedim git annenden iste sana alsın denizden su, kalktı gitti sonra babasıyla geldi. sonra babası dedi ki bu oyuncaklar kimin, çocuk dedi ki utanmadan, hiçkimsenin değil baba, ben dedim orda dur, onlar Kurabiye'nin, oyna diye sana verdi-arada da çocuk yokken seni sıkıştırıyorum, sen mi verdin o mu aldın oyuncaklarını, doğru söyle diyorum, neticede sen çöp kamyonu seven bi çocuksun, kandırılman suistimal edilmen çok olası- sen de savuşturdun beni başından, kafanı kumdan kaldırmadan, ben verdiiiiimm dedin, peki tamam kızma dedim. neyse geldi işte çocuk babasıyla, sahibi yok bunların babacım demesin mi, onlar Kurabiye'nin sana verdi oyna diye dedim, kısa ve net. Baba su doldurdu getirdi, sonra sen de su istedin, önce itiraz etsem de gittim doldurdum sana su, bu görünce yine istedi tabi, aaa bana da su lazım bunu da doldursana dedi, yok dedim, al bundan birazını oyna, koydum onun kaba da birazcık. O kabı devirdi pantolonuna, sonra babası geldi, bu döktü diyor benim için babasına, babası öyle olmamıştır kaza olmuştur dese de, ben de lafa girmeden duramadım, ben dökmedim pantolonuna, istedin kabına koydum ben, ordan dökmüşün kendin dedim-evet yazdıkça anlıyorum ki benim de tepkilerim normal değil, o an hiç komik de değildi, ama şimdi okuyunca komik.

Yani niye anlattım bunu, herkes çöp kamyonu sevmiyor, sevse bile, bunu senin kadar güzel ve gürül gürül açık açık söyleyemiyor. Bu mütevazı zevklerinin arkasındaki ince ve güzel ruhlu çocuğu, adamı insanı çok seviyorum ben. Etraftaki envai çeşit insanı düşündükçe de içimi şişmekten alıkoyamıyorum bitanem. Ortalık bildiğin gibi değil, oyuncak tabancayla da da da diye oynayan çocuklara da durup bakıyorsun, ne yapıyor anne diyorsun, hiçbir şey yapmıyor yavrucum deyip geçiyorum yanlarınden, el kadar çocuğa kafası kadar tabanca alan ana babayı anlamak bile istemiyorum. Oyunda sıranı alan, seni iten çocukları da anlamıyorum, itmeyi öğrenmediysen, öğretmediysek bu hangimizin suçu diye cümle aleme sormak istiyorum.

Sen bir süre daha, martılara simit atıp. görmezse arkasından "hey martı, gel buraya, burdayımmm" diye bağırıp,  çöp kamyonlarına sevdalı kalmaya devam et istiyorum.

Tatlı rüyalar parmak kadar doğup, dünya kadar kocaman olmuş çocuk....


31 Ocak 2017 Salı

Baarma

Kendimi onyuz milyon açıdan süper bir anne zannederken, öyle olmaya çabalarken daha doğrusu, kulağımda bu sesin çınlıyor sık sık. "Baarma..." Ben bu ara senin için "baaran" bişiyim. Bazen babana, bazen sana, ama "baaran" ve "baarmaması" gereken bişiyim...

İlk söylediğinde de afallamıştım, her yinelediğinde de bir düz duvara çarpıyorum. Hop bir on yıl on beş yıl büyütüyorum seni, "anne ya, yine başlama" diyorsun, "ne arıza kadınsın" diyorsun. "bi rahat ver, huzur ver" diyorsun, hatta daha da ileri gidip "adam haklı, babam haklı" diyorsun. Ben "baardığımla" kalıyorum...

Her şeyi çok iyi yaptığımı, yapmaya çalıştığımı sanırken, belki de psikolojini bir şekilde etkileyecek şekilde "baaran" bir anne resmi çiziyorum. Baardığımı bilmiyordum sen diyene kadar, yani arada sinirlendiğim oluyor ona buna da, kimse senin kadar net ve sık "baarma" dememişti bana. Bağırmadan, normal ses tonumla, ama hani nasıl denir böğür deler, ciğer söker gibi konuştuğumu da farkediyorsun şıp diye, babana bır bır sayarken, gözümün içine bakıp "baarma" diyorsun. Daha da kızıyorum, gözünün içine bakıp "baarmıyorum!" diyorum,  yineliyorsun aynı kararlılıkta "baarma". Sonra gülümsemek durumunda kalıyorum, yüzünü okşuyor ve senden özür diliyorum. Daha iyi bir insan olmama vesile olursun belki de Kurabiye, baarmamasını öğretirsin bana...

Çok yazardım daha amma yapamayacağım. Baarma deyişin çınlıyor kulağımda, sen önce baarmamasını öğren kadın, diyor, susuyorum...

İyi uykular güzel çocuk, masal anlatıcısı, talbur saman ve evvel saman içinde bir ovmanda yaşayan tütücüt biv yunuscutun arkadaşı seni...

25 Aralık 2016 Pazar

Fareli masal, kardeş bulut ve Tayyan abi üzerine

Günlerdir yazmak istiyorum ve yazamıyorum bildiğin. Sonra öyle güzel ya da öyle özel şeyler oluyor ki, bunu kesin yazmalıyım diyorum, ve yine yazamıyorum. Artık yeter kadın, dedim yine, yaz şu çocuğa günlüğünü, boynunun borcu bu. İşte ondan buradayım.

Sen büyüdükçe seninle ilgili her şey güzelleşiyor gibi geliyor. İki yaşın senin olgunluk çağın gibi, yani olgunluk derken, birkaç ay öncene göre bir aydınlanma çağın diyelim. Olaylara yaklaşımın, verdiğin cevaplar bizi dumur edebiliyor.

Masal anlatmaya başladın ve bu durum mest ediyor beni. Bir fareyle baba farenin masalını anlatıyorsun, önce arkadaş oluyorlar, sonra da beraber oyun oynuyorlar. Çok güzel değil mi, bence çok güzel. Tabi neden anne fareyle değil de baba fareyle oynadığını çözemedim, ama şimdilik çok deşmiyorum. Masal işte...

Ben sana bana bişiler yapmaya heves ettim. Yaklaşık üç aydır devam ettiğim bir kurstan, yani böyle her hafta ellerimizle yaratıcı şeyler denediğimiz bir kurstan sonra nihayet bişiler yaratabileceğime ikna oldum sanırım. Seninle beraber yeni yıl kartları hazırladık, yarın postalayacağım. Sonra keçeler almıştım, oturdum lavanta keseli balık yaptım sana. Sen çok sevdin, aldın bisikletinin koluna taktın, oyundan oyun yaratmana bayılıyorum senin. Yani o balık için evde aklıma gelecek son yer olabilirdi bisikletinin kolu, ama sen aniden parlayan gözlerle buldun taktın ve çok güzel oldu. Uzun yol şöförlerinin, direksiyona iliştirdiği minik hatıralar gibi durdu, demek ki bunun için yapmıştım balığı.

Sonra sen "bulut yap" dedin. Hay hay, dedim. Oturdum bulutlar kestim sana, bir de sopa buldum, yapıştırdım birbirine hepsini. Ben kitap ayracı yaptığımı sanıyordum, sen ona aduuukit yaptırdın. Aduukit mi ne, ta benim çocukluğumdan bir atari oyunun dövüş repliği, yani sanırım öyle bişiydi, göstermiştim sana artistik hareketleri. Sen de bulutla adukit yapmaya başladın. Sonra bulutun adı "kardeşim" oldu. Sen ona öyle deyince evde tuhaf sessizlikler oldu, yarın Hayat Abla'ya demeliyim, "kardeşim nerde" derse bunu vericen şaşırma, diye. Bir kardeş istiyor olabilir misin gerçekten? Bence istiyorsun Kurabiye, ama babanı da ikna etmemiz lazım bu işe.

Sonra Tayyan abi. Yani aslında onun adı Kayhan Abi, ama sen çok güzel sesleniyorsun ona. Seni alıp uçurmasına, zıplatmasına izin veriyorsun. Merdivenlerden atlıyorsun kollarına, seni tutsun, daha doğrusu seni tutacak diye. Ayakların yerden kesiliyor zıplarken, Güveniyorsun bildiğin. Çok güzel, değil mi Kurabiye. Yani şimdi henüz bilemezsin bunu tabi de, birilerine bu kadar gözün kapalı güvenebilmen ne kadar güzel, değil mi? Her gece bunun için dua ediyorum baş ucunda senin, karşına hep iyi insanların çıkması için, iyilerle çoğalman için.

Ben bilmem kaçıncı kez cüzdanımı kaybettim- daha önce telefon, bir poşet hediye de kaybeder gibi olmuştum- ve yine geldi beni buldu. Hem de en masalsı şekilde. Öncekilerde hep "kalbim ne temizmiş" diyordum, yani duyanlar öyle diyordu, ben de demek ki öyle, diyordum. Ama bu defa başka bir şey olduğunu farkettim;

Hayatın olası tüm acımasızlığına, acı tesadüflerine ve hayal kırıklıklarına rağmen, ben Kurabiye, insanın özünde iyi hem de çok iyi olduğuna gönülden inanıyorum. Her birimizin aslında iyi olduğuna inanıyorum.  Hepsi ondan oluyor bence.

Dünyayı güzellik kurtarsın ondan şairin dediği gibi, bir insanı sevmekle başlasın, bitecekse de tam ondan bitsin...

İyilik, güzellik, mutluluk bir yıl daha seni bulsun, bizi sarsın. Sen bir yıl daha, babanla biz sarılırken usulca koş, aramıza gir, bacaklarımıza dolan.

Öptüm seni....

23 Kasım 2016 Çarşamba

Özgüven meselesi

Gözüm doldu bugün birkaç kez. O yüzden, yazmam gerek diye düşündüm.

İlki, rüya teyzelerinden biriyle telefonda konuşurken oldu. Çok üzgün olduğunu söyledi bana, canım, dedim. Bir arkadaşım vefat etti, dedi. Ah çok üzüldüm dedim. Aslında sanırım o ana kadar duygusal herhangi bir şey hissetmiyor, hissedemiyordum, çok yakınım olan birinin duyduğu acıya uzaktan ortak olmaya çalışmak dışında. Sonra sorular sordum, sordukça dağlandı içim. Sonra sokak ortasında ağlamaya başladım. Tanıyordum bu ağlamayı, bu beni aniden gafil avlayan duygusal boşluğu. Bazen, aniden bir şeyler karşısında çırılçıplak kalma halini, o aniden geliveren "anladım" halini.

Ani bir ölümdü yaşanan, yakınlarına çok zordu, ama asıl acıtan yanı bu da değildi. Sekiz ay önce evlat edindikleri bebekle karısını bırakmıştı geride, ne zorluklarla ve ne kadar bekleyerek evlat edinilen bir bebekle anneyi bırakmıştı. Çok ama çok dağlandı içim. Hepsine ayrı üzüldüm. O güzel çocuğa, büyüdüğünde anlatılacak öykülerin bu olaylarla ne kadar evrilip bambaşka bir yola girdiğine ayrı üzüldüm. İkinci kez babasız kalan çocuğa ayrı, sevgilisiz ama bağrına bastığı ondan hatıra bebeğiyle kalan kadına ayrı, onları böyle ani bırakmak zorunda kalan adama ayrı. Yanında olduğunu hissettir diyebildim arkadaşıma, daha çok yanında ol olabiliyorsan, dedim. Bazı duygular çok güzel Kurabiye, bazıları da çok can acıtıyor. Çok büyük acılarla imtihan olmadık belki henüz, ama bazen bazı şeylerin güzelliği, verdiği ve verebileceği acılarla büyüyor gibi geliyor bana. Bunları sana nasıl anlatacağım, anlatabilecek miyim, bilmiyorum.

Sonra haftasonu kıvırcık bir abla bana, çocuğunun arkadaşlığına değil ebeveynliğine ihtiyacı var, dedi. Kendine mi arkadaş arıyorsun, ona mu arkadaş olmaya çalışıyorsun, bir kendini görmelisin dedi. O anda da çıplak hissettim, tıpkı bugünkü gibi.

Bencilliğimden, yalnızlığımdan yapmış olabilir miyim seni, yoksa her anne ve her şeye annelik eden herkes bir parça bencil mi bu açıdan? Seni kokladığımda, senin sırtına dokunduğumda, saçını okşadığımda kanımda dolanan kıpırtı, beni mutlu etmek için kurguladığım bir dümen mi gerçekten? Muhtaç mıyım sana ve senin varlığına? Bu soru neden bu kadar meşgul ediyor kafamı? Bana sadece "masaj"ve "masal" ve "oyun oyna" diyen ve dayısının deyimiyle "az gelişmiş bir organizma" olan yerden bitme neden bu kadar dağıtıyor bazen beni?

Sana arkadaş olmakla, sana anne olmak arasında en olmayacak yerde mi duruyorum yoksa? Büyümenden, seninle konuşamamaktan, anlaşamamaktan neden korkuyorum bu kadar? Anneme neden yükleniyorum bu aralar bu kadar çok? Ne diyor tüm bu olanlar bana? Neden korkuyorum en çok, de bana Kurabiye. Otuzküsür yaşında, en çok neden korkuyorum, de bana nolur. Uykunda, uyanıklığında, kakanda, çişinde de bana nolur, olur mu. Aniden "çok seviyorum seni ben, biliyor musun" diyorum sana bir mucizeyi fısıldar gibi. Kime söylüyorum aslında bunu? Beni çok sev mi istiyorum aslında? Yoksa her şey ama her şey sevgili dayının dediği gibi yalnızlıktan mı Kurabiye? Yoksa kaçamıyor mu kimse kendi yangınından, girdabından, ben oldum o olmasın dediğin her şey oluyor mu yoksa eninde sonunda?

Ve en son, başka bir masalsı kıvırcığın bahsettiği bir anaokulu. Çocuklara asıl vermemiz gereken şey, "özgüven" diyor, her çocuk kendini özel ve biricik hissetmeli, diyor. Ve gözlerim doluyor yine. Sana dünyanın bir tanesisin, demekle, dünyada sadece bir kum tanesisin demek arasında gidip geliyorum. Hangisini bilmelisin önce? Bana "sen kapatma ben kapatıcam" dediğinde tamam diyorum sana. Sen tutup parkta çocuklara dediğinde bunu, dönüp bakmıyorlar bile sana. O zaman ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemiyorum. Arkadaşın Aziz gelip sana vurduğunda ve sen ağlayarak onu okşamaya çalıştığında da, bana arar gözle bakıp yardım istediğinde de bilememiştim. Neyi öğrenmelisin en çok, Kurabiye? Nar tanesi, nur tanesi olduğunu mu, yoksa etrafında onlarca, yüzlerce nar tanesi, nur tanesi olduğunu ve hayat boyu da olacağını mı?

Çok sevdiğimi bil şimdilik seni. Her yaptığını, her dediğini, her koktuğunu, her gülüşünü çok sevdiğimi bil.



30 Ekim 2016 Pazar

Lunapark trenleri aşkına

Bugün ilk defa lunaparkımsı bir şey gördün ve ben duyardım başka ana babalardan. Disneyland'e gidenlerden falan, ne iş anlayamazdım, neden giderler onca saat sırf çocuk eğlensin diye diye. Bugün biraz anladım, hepsi bencilliğimizdenmiş annem, onu anladım. Anlatacağım.

Beş liraya binilebilen oyuncaklar vardı. Trene hasta oldun, her bir vagonu başka bir masala açılan trene. Gemili, arabalı, harbi trenli olanına. Ben iki yaşında çocuğu olan anne kontenjanından ötürü binebildim. Benim gibi birkaç anne baba daha vardı. Vagona sığmayan bacaklarımızı çapraz tutuyorduk. Siz vagonların hakimi, biz ise tuhaf gözetleyiciler gibiydik. Aynı trene üç defa binince ve her bir biniş beş tur sürünce bir şeyleri daha iyi anladım. İşte onu anlatacağım.

Aslında ne anlatacağımı şimdi daha iyi bildiğim için, tüm yazıyı da baştan yazıyorum. Bu süre zarfında hemencicik okuyan ilk beş okurumdan da peşinden özür diliyorum, daha sonra n'olur yeniden okuyunuz diyorum.

O trenin içinde ben kendi minikliğimle karşılaştım bir şekilde, senin sayende. Senin etrafa bakan gözlerinde, sakinliğinde, dinginliğinde ve en çok da naptığını gayet iyi bilen halinde. O halin bana bir şekilde güven verdi ve içimde bir yol açıldı gibi hissettim- tam burada, son birkaç gündür izlemekte olduğumuz paralel evrenli tuhaf dizinin de hiç payı yok diyemeyeceğim bu durumda, konuyu çok dağıtmamamak için, bu gereksiz detayı bu kadarla kesiyorum.

Sana göz kulak oluyor gibi görünsem de, ben o trende, lunaparka giden kendi minik kız çocuğu eşimle karşılaştım, onu hatırladım, onu hissettim. Sanki çok uzun zamandır bu kadar yakından görmüyordum onu, duymuyordum. Onun zihninde gezindim, lunaparkta o trene tek başıma binerken aklımdan nelerin geçtiğini hatırlamaya çalıştım. Düşünceleri atıp duyguyu bulmaya çalıştım-masal gecelerinde çokca bize nasihat ettikleri gibi, duyguyu bulmaya çalıştım. Duygu hafiflikti güzelim.  Tüy kadar hafif ama bir o kadar da kendini, nerde olduğunu, ne istediğini, ne istemediğini bilen bir hafiflikti. An'da kalabilen ve o yüzden havada asılı durabilen, olanı olduğu gibi kabul edebilen, ne geriye ne ileriye yerinen hafiflikti.

Tüm gizimiz o gibi geldi o an. İçim tuhaf şekilde ürperirken, tren belki onikinci turunu atarken, sana baktım çaresizce. Benim zar zor görebildiğimi, farkedebildiğimi görebiliyor musun diye. Sen kendinden o kadar memnun şekilde direksiyon çeviriyordun ki, arada bir müzik için düğmeye basarken ve etraftaki tüm kalabalığa bakarken. O an anladım, sen zaten oradaydın. O yaşlarda olmanın en güzel yanı buydu belki de. Tam o anda, orada olabilmek, her istediğinde.

Benim kız çocuğu halim otururken yanında, seni gördü. Seni ve hayata karşı duruşunu, tercihlerini. Atlı karıncayı hiç sevmeyişini misal, ya da sallanan helikopterleri, dönmedolapları. Ama trenleri, arabaları, arabaları tamir edenleri, kedileri, köpekleri, salyangozları ve kuşları sevişini. Benden, babandan ayrı yanlarını, sırf sana özel, sana dönük renklerini. Var oluşunu.

Bugün, bugün çok keyif aldım yine ben. Beni neyin mutlu ettiğini buldum sanırım. Sırf sana bakarak sebeplenip mutlu olabilen yanlarımın bana ne dediğini, senin bana ne dediğini, neyin ışığını yaydığını buldum.

Anlatmam zor ama buldum kendimce. Lunaparktaki trenin payı büyük bu yolculukta. Ondan, selam olsun ona, onu oraya koyan ellere, bizi oraya biraz zorla da olsa götüren babana, orda lunapark için ısrar eden babaannene, benim seninle beraber trene binmeme izin veren biletçi abiye, orda olmamıza yardım eden güneşe.

Rüyaların örtüsü içini sıcak tutsun güzelim. İyi uykular.