31 Mart 2015 Salı

İkiyüzkırkıncı gün

Bugün elektrikler kesildi Kurabiye. Bugün tarih gibi bir gün oldu ondan yavrucum. Senin zamanında belki hiç kesilmez elektrik, hatta benim son zamanlarımda bile hemen hiç kesilmemişti sanki. Halbuki zaman durdu bugün. Annen ne çay yapabildi, ne de sana çorba. Çamaşır yıkayamadı, müzik açamadı, süper hiper olduğunu zannettiği kablosuz internetin de elektrikle çalışan bir fani olduğunu ise akşam babandan öğrendi. Ki kimse duymasın, annenin aslında internetle oldukça yakından ilişkili bir işi var. Ki bu basit bağlantıyı bile bilmezken, onu -yani beni- tutup müdür yapmamış olmamalarını anlamak pek zor olmasa gerek sevgili okurlar için.

Konuları nasıl bağladım birbirlerine kördüğüm ettim bak. Asıl konuya dönelim. Elektrik işlemiş her bir yanımıza annecim. Ve on numara yeni evimizde asansör için jeneratör varmış, yoksa her birimiz katlarımızda- zavallı biz ise sekizinci katımızda- mahsur kalacaktık. Babanne gelemeyecekti, sana bakacak bakıcı adayı gelemeyecekti, ben dışarı çıkamayacaktım, zaten çıkmamış olsam bile, çıkamayacak olduğumu başından peşin peşin bilmek daha sıkacak, darlayacaktı beni. Ama iyi ki jeneratör vardı. Ve o elektrik akşamüstüne doğru geldi ancak. Seni o saate kadar uyutmaya çalıştım ben de, neden korktum emin değilim. Elektriksiz, her türlü dış ve yan etkensiz bir dünyada seninle yalnız kalmak neden bunca korkuttu, ürküttü beni bilmiyorum. Sanki çaldığım müziklerle susuyormuşsun gibi, öyle mi oluyordu yoksa. Ya da rezene çayı gerçekten sakinleştiriyor muydu beni-su ısıtamayınca onu da içemedim bugün. Telefonumu, ya onun da jarjı biterse diye kurcalayamadım, hah dedim bişiler okumak için harika bir zaman, sonra sen uyandın, çocukları faili meçhul denen cinayetlere kurban giden anaların mahkeme salonlarında hak arayışlarını anlatan yazı yarım kaldı elimde.

Sonra baban bir yazı okuttu akşam bana, elektrikler akşam yine kesilince balkonda oturduk sessizce, çok uzun süredir olmadığı gibi. Bazen ne çok ihtiyacımız var halbuki, sesleri kısmaya, azaltmaya, azı ama özü duymaya, sadece konuşmaya, Gündem olaylarıyla bölündü yazım, aynı konsantrasyonla devam edemeyeceğim sanırım, bağlayıp bitirmeye çalışayım.

Babanın okuttuğu o yazı, anne babaların bebeklerini yürümeleri için nasıl teşvik ettiklerini, bebeklerin en az yüz kere popo üstü düştüklerini, ama anne babaların teşviği nasıl da sürdürdüklerini, ısrar ettiklerini anlatıyordu. Nedendi teşvik, çünkü anne baba da denemişti ve olmuştu her birinin hayatında, bu evre aşılmıştı, herkes eninde sonunda yürümüştü. Denenmiş sınanmış olduğundan, hayata geçeceği kesindi,o yüzden destek, o yüzden inanç tamdı.

Halbuki büyüdükçe, hiçbir şeyi yüz kere, yüzü bırak çoğu kez üç kere bile denemiyorduk. İnancımız, her şeye olan inancımız yerle bir olduğu için çok kolay, aza tamah etmemiz öğütlendiği için, içimizi yeterince duymadığımız için, olmuyor işte'lere çok bel bağlamışken, olmuyorsa zorlama'lara çok değer vermişken, sen busun'lara çok yaslandığımız için, hepsini bırak, yeni neslin sorduğu ama bizim çoğu zaman soramadığımız "aslında ben ne istiyorum?" sorusunu elimizde tutamadığımız için. Dayın bile "istiyor muyum?" derken, ben çoğu zaman "yapabilecek miyim?" dediğim için.

Halbuki sen, sen X'ten Y'den daha da fırlama bir yeni nesil olabilirsin, tanımıyoruz senin neslini daha, o yüzden sana en çok hayal kurmayı diliyorum güzelim. Elini yüreğine koyup, deniz kabuklarını dinler gibi içinin sesini dinlemeni diliyorum. Etraf kuru gürültü, etraf teneke vızıltısıyken senin içindeki sana özel müziği duyabilmeni diliyorum. Elden ayaktan geldiğince destekleyeceğim, destekleyeceğiz seni, sen istedikten sonra, sana onlarca yol açacağız yara yara.

"Kaybetmeyi anlatma bana, bilmiyorsun, bilmiyorsun" diyor bir şarkı arka fonda. Kaybetme korkusu, başaramama korkusu sarmasın her yanını, kaybetmeyi bilmesini bil annecim, Yazılar öncesinde dediğim gibi, düşmesini bil en çok, ben tutacağım elinden senin, yaralarını sileceğim, üfleyeceğim onlara. Sen düşmesini bil, neden biliyor musun, aynı şarkı "düştüm evet düştüm" diyor şimdi çünkü. Yazım, elim, kulağım, içim her şey birbirine karışıyor çünkü. Tesadüf diyoruz bazen adına, bazen iç ses, bazen masal. Sen düşmesini, sen kaybetmesini bil, bil ki hayallerin olsun. Annen hayallerini duymuyor çoğu zaman, bale yapamayan anneler gibi, senin hayal kurabilmelerini diliyor tüm kalbiyle ondan.

Ben seni tutacacağım Kurabiye, ve şarkı "bir şarkı tut" diyor şimdi. Sevgiyle Kurabiye, sevgiyle...

30 Mart 2015 Pazartesi

İkiyüzotuzdokuzuncu gün

Bugün sen, ben ve pusetin ilk yalnız sokak denemesiydi Kurabiye. Açıp kapamayı zor da olsa öğrenmiştim geçen hafta, baban anlattıkça anlamıyormışum, illa ki benim yapmam gerekiyormuş anlamak için. Hayatta da bu böyle benim için, başıma gelmeden anlamam, o yüzden büyük konuşmayı kestim bir süre önce, ki o süre çok da eski değil. Yani neymiş, sen de başına gelmeden anlamayacaksan, büyük konuşmayı daha küçüklükte keseceksin, anlaştık?

Neyse, konumuza dönersek, sen ben ve pusetin ilk sokak günüydü. Evden çıkış, asansöre biniş, güvenliğe selam çakış falan on numaraydı. Yolda da fena gitmedik, ben arada bir market arabası itiyormuşım gibi yollara atladım arabalar bi yavaşladı falan, ama olsun, bulduk ortasını. Birkaç mağazaya girmek istedim, baktım koca basamaklar var, seni pusetinle kapıya bıraktım. Çalışan abla geldi yanıma, "pardon siz dışarıda bebeği mi bıraktınız? dedi kocaman gözlerle. "Hı hı, ama buradan böyle bakıp çıkıcam" dedim nedense. İçeri alalım yardım edelim dediyse de soğumuştum çoktan kendisinden. Yok biz gelmiyelim dedim çıktım. Sonra başka bir mağazayı zorladık önü koca basamaklı, Kurabiye ve kahraman puseti atlar buradan dedim, dedim ki iyi ki bir emniyet kemerin varmış önünde. Pusete abanarak kaldırmamla senin kafanın allahım korusun ters dönmüş bir uçakta olabileceği gibi ters yönde havalanması bir oldu. Amanın bu bir kafa, ama yanlış yerde dedim, hop durdurdum puseti, atlatmadım basamaktan. Etrafı kolaçan ettim, bu rezaleti gören, beni kınayan oldu mu diye. Birkaç korna duydum eş zamanlı, ama şöförlerin bana bakıp yuh dediklerini sanmıyorum pek. Tamamdır, dedim, bu mağazaya da girilmeyecek. Yine bir kadın yardıma koştuysa da, yok vazgeçtim ben dedim gülümseyerek.

Sonra dönüş, annenle olası tüm sokak gezmelerin gibi oldu. Yani nasıl, bir sürü ıvır zıvırla, pusete takılı halde. Vileda -kendisi bir temizlik aleti günümüzde- sopası, tamirden alınmış süpürge, sana tişört, anne babaya çiğköfte ve içliköfte afedersin. Keyif aldın mı, önce konuşup sonra uyudun baba gelene kadar, hoşuna gitti bence o yüzden hepsi.

Sen beni büyütücen, ben de seni büyütücem Kurabiye.

Öptüm seni uyuyan yanaklarından...

Gecikmeli ikiyüzotuzsekizinci gün

Yazamadım dün Kurabiye. Halbuki cici şeyler olmuştu, böyle çocukca konuşunca olmuyor tabi, sen bunları okuyup anladığında çoktan abi olmuş olacaksın, cici ne anne ya diyeceksin muhtemelen. Teknolojiyle imtihanı bu kadar annenin, n'aparsın.

Dün sana çok cici, çok özel bir hediye geldi. Bir abi geldi, sana bir hediye getirdi. Seni sallanan sandalyende oturup sağa sola merakla bakar görünce çok sevdi, öpmek istedi. Ben seni oradan alınca, beni uyardı, buraya otursun, dedi. Senin oyuncaklarınla, nasıl diyelim, senden daha bir aklı başında oynadı. Anladık ki senin takımlarla bir yaş büyük bir elemanı da oyalabiliriz bir süre.

Kuma bulanacak neşeli ayakkabılar getirdiler sana, ucunda mini mini bir not ile, sen bunları hatırlayamasan da, ben sana saklayacağım anı niyetine. Fotoğrafını çekeceğim, bak diyeceğim sonra sana. Ta Brezilyalardan sana gelmiş, sana kısmet olmuş bu pabuçlar, diyeceğim. Sen de vermesini bil, olur mu diyeceğim. Vermeler almalardan daha güzel, bunu gör diyeceğim. Her yanın süpriz dolu olsun diyeceğim.

Ananemi hatırladım bak yine, tombik ak pak ananemi. Ne zaman birine gitse bir şey götürüşünü, havludur, pazardan taze ottur, ama hep mini mini bir şeyle gidişini her gezmeye. Vefatı ertesi evini boşaltışımızı, yatakların altından paketler içinde havlular çıkışını, bir şey olur birine giderim götürürüm deyişini kendine. Notlar alışını, onun kızı, bunu oğlu için diye. Onun için vermesini bil, olur mu sen de. Verdikçe çoğalıyor insan çünkü. Ve süprizin, inceliğin her türlüsü çok mutlu ediyor insanı. Ve insanı mutlu etmek bile yetiyor çoğu zaman mutlu olmaya, bunu bil, bul olur mu Kurabiye.

Sonra biz de seni bağrımıza basalım, tencere kapaklı minik gibi. Birbirine çarpıp gürültü çıkarmak yerine "a yuvarlak" diyebilen özel çocuk gibi. Bakmasını bilen, görmesini bilen, duymasını bilen yürek, göz ve dil gibi. İçiniz hep temiz, hep güzel, hep coşkulu kalsın, olur mu. Mutluluk paylaştıkça çoğalsın her yanınızda, vermesini, verince sarmasını, sarılmasını bilin ondan, olur mu...

28 Mart 2015 Cumartesi

İkiyüzotuzyedinci gün

Utanmasan bir yaşında olacaksın Kurabiye. Benim beyazlarım artarken, sen yaş alacaksın, işe bak...

Ananeyi yolcu ettik bugün, yeni evde çekirdek aile olarak ilk günümüz oldu oluyor yani. Babayla yalnız kaldınız bir ara uzunca, çok eğlenmişsin, şap şap öpmüşün onu. Ben geldiğimde çok keyifli görünüyordun, ben işten gelince de böyle güleç bakarsın bana, değil mi. Gülüceklerle tavlarız birbirimizi, öyle değil mi...

Ayaklarını keşfettirmeye çalışıyoruz sana türlü şaklabanlık ile. Kokluyoruz öpüyoruz onları, tutturuyoruz sana oyunlu, dolambaçlı. Birbirine vurduruyoruz şlop şlop diye. Dönmeler çalışıyoruz seninle, hiç yürümeyen adam gördünüz mü siz, sözü geliyor bazı doktorların evhamlı anne babalar için. Geç olsun güç olmasın demek istiyorum her şeye, herkeslere. Hep gülsün Kurabiye, gerisi kendiliğinden gelsin, demek istiyorum.

Günlerdir yazamadığım bir detay var demez isem çatlayacağım. Çocuk şarkılı bir CDin var babanın yaptığı. İçinde bir şarkı, ninni var ki, dağıtıyor iç dünyanı. Halbuki bostana giren bir dananın bir lahanayı yemesi anlatılıyor hepitopu, ama o içli ses yüzünden, tüm ifaden değişiyor görmelisin kendini. Bir terslik var, kesin bir terslik var diyorsun susarak, bize bakıp anlamaya çalışıyorsun olayın vehametini, gözgöze gelirsek, üzülme desem de tutamıyorum bazen kendimi, doluyor gözüm sendeki değişikliği, şüpheyi görünce. Ben kızarınca sen daha bir emin oluyorsun, ben dedim bir terslik var diye diyorsun. Baban pratik düşünerek çıkaralım o şarkıyı CDden o zaman, deyiverdi geçen. Ki benim aklıma hiç gelmemiş idi bu, ben anca sendeki değişikliği görüp, duygusallaşıyordum, seni bağrıma basmak istiyordum. Ananene anlattım durumu, nolur duygusal olmasın, çok acı çeker, dedi o da. Erkekler yani tam senin gibiler pratik, kadınlar yani bizim gibiler de duygusal mı olmak zorunda, doğanın garip dengesi bu mu. Bir ağlayana bir ağlamayan, bir susana bir konuşan mıdır ilahi denge dedikleri.

Duygusal olsan mı, olmasan mı Kurabiye. Kim seni kendine biraz benzetse, aman huyu benzemese bana, diyor. Sevemiyor muyuz yoksa kendimizi bütün bütün. Sen babadan huzuru ve gamsızlığı, anadan heyecanı ve merakı al, emi. Yap bir karışık aşure kendine. Bizi birleştirsen anca bir adam eder belki de, sen seç, en güzel yanları al, emi...

Öptüm seni içi gülen gözlerinin ucundan...

24 Mart 2015 Salı

İkiyüzotuzüçüncü gün

Bugün daha bir eve benzedi buralar Kurabiye. Halen her şey tamam değil ama ilk güne göre daha iyi her yan. Kapıcı amcadan utanıyoruz, her gün kapıya bir ev kadar eşya bırakıp kaçıyoruz. Bazen kapıyı çalıp, hepsi mi atılacak, diyor ters bir suratla, önümüze bakıp hıhı diyoruz. Bir kez daha taşınsak, sanırım normal bir ev ebatına kavuşacağız.

Eşyaları açarken, kendime aldığım irili ufaklı bir sürü şeyin, aslında senin için alınıp saklandığını farkettim. Ya benim içimde mini mini bir çocuk hep varmış-ki baban da diyor sık sık bunu kendi için- ya da ben sana hazırlanmışım hep usul usul. Evin en sevdiğim odası seninki, demiştim, değil mi dün. Eskiden benim bir hobi odam vardı Kurabiye, işte o odada sevdiğim ne varsa senin odana cuk oturuyor gibi geliyor şimdi. Dayatmacı bir anne olmak istemem de, benim oyuncaklarım hiç fena görünmüyor annem, duvarına asılabilecek resimlerim, Musti'lerim bile hazır. Doğru yere gelmişin oğlum sen.

Annenin açlıkla imtihanı, azalarak devam ediyor. Sen yine çorba içemedin, yoğurt yiyemedin. Sütçü amca gelmedi, market sütüyle ya da o kadar yorgun kafayla yapılan yoğurt da pek güzel olmuyormuş, gördük.

Bir gün daha, yalnıza bir gün daha verdiğinde bana, eski düzenimize döneceğiz ümit ediyorum Kurabiye. Sen bugünkü gibi kahkalar atmaya, ellerini ovuşturmaya ve ağzından baloncuklu tüpürükler çıkarmaya devam et, olur mu.

Öptük seni, uyuyan en güzel yerlerinden...

23 Mart 2015 Pazartesi

İkiyüzotuzikinci gün

Yorgunluktan ölüyoruz Kurabiye, yani sen değil aslında, biz. Taşındık sonunda, senin odan doğal olarak en şahane oda oldu, insanın orada yatası, yaşayası geliyor. Tabi diğer odalarda silme hurç ve kutu olduğunu düşünürsek, senin odanın cennet olması pek de şaşılacak bir şey olmuyor.

Onca kargaşada uslu durdun, ağlayıp bizi çağırdıktan sonra hemencecik gülüp, içimizi erittin ya, sen büyüdün, biz küçüldük Kurabiye.

Annen sana süt verdiğini, en başta senin annen olduğunu unuttu, açlıkla imtihanım devam ediyor, ve hatta banyoyu boykot ediyorum. Bu ev tamamen yerleşene kadar yıkanmayacağım Kurabiye. Sen de göğsüme yatıyorsun, uykuya dalıyorsun falan, utanıyorum hafif, kokuyor muyum acaba diye. Ama anlayışlısın, açık etmiyorsun hiçbir şeyi. Deden Ankara'lardan tedirgin oluyormuş torun tozun içinde kalıyor tüh tüh vah vah diye. Halbuki sen, galoşlarla hamalların girdiği salonda yere düşen oyuncaklarını alıp kemiriyorsun Kurabiye. Sen bizi bunca idare ettin ya, bu kadın sana hep mi borçlu kalacak be annem. Yoğurt da yapamadım sana, elma da sıkamadım. Ama şu ev bir yerleşsin, bi her yer senin odan gibi olsun birazcık, hepsini yapacağım bir bir Kurabiye.

Öptüm seni yan yatan yanaklarından...

20 Mart 2015 Cuma

İkiyüzyirmidokuzuncu gün

Babaanne aradı bugün beni, dün çok yoruldun iyi misin dedi Kurabiye. Ha iyiyim dedim, sonra düşündüm, çok mu yorulmuştum dün, pek öyle gelmiyordu hani. Biraz kilo veriyorum bu ara farkındayım da, yorulduğumu farkedemeyecek hale gelmiş olabilir miyim, yoksa senin vesilenle bağışıklık sistemim ve dayanma gücüm mü arttı fiziksel yorgunluklara acaba diye düşündüm.

Kendi odanda yattın dün gece ilk defa. Bizim oda senin ısıtıcın olmadığında 19 dereceye iniyormuş, onu gördük hafif titreyip. Her akşamki gibi 02'de uyanmadın, o zaman ben uyandım noluyoruz, diye. Sen anca 05'te uyandın, ki o zaman yine gelmiştim başına endişe ile, nasıl uyuyor bu çocuk diye, sonra sen sesler çıkarınca sevinmiştim. Demek ki "Kurabiye > Kurabiye annesinin uykusu" önem sıralamasında.

Tuhaf mı değil herhalde, ama şimdi diyeceklerim tuhaf gelebilir. Altı aydan sonra gece emzirmesini kesebilirsiniz, demiş birileri. Bir korku saldı içimi okuyunca, ki tanıyorum bu korkuyu. Altıncı ayda ek gıdaya geçebilirsiniz'i duyduğumda da korkmuştum. Seninle kurduğumuz dilsiz düzen bir şekilde ya da çok şekilde çok iyi geliyor bana sanırım. Gittikçe bana bağımlılığının ya da fiziksel yorgunluğunun azalacağını düşünmek endişelendiriyor beni, yeniden normal bir insan olmaya hazır değilim gibi geliyor. Çok mu bel bağladım sana, ki asla asla yapmayacağıma yemin etmiştim. Minik omuzlarına, boyundan büyük yükleri hiçbir zaman yüklemeyeceğim büyük konuşmak gibi olmazsa. Ama bu karın ağrıma engel olamıyorum. Hep emeceksin sanıyorum beni, hep ağlayıp kucağımda susacaksın, uyumak için bana ihtiyaç duyacaksın, göz göze gelince güleceksin sanıyorum. "Anne bir git ya"ya, ya da "arayamadım nolmuş"a hiç hazır değilim ve olmayacakmışım gibi hissediyorum. Sen bir söz söylesen, ben mahvolurum gibi hissediyorum. Sen büyürken, bizi de bunlar mı büyütüyor Kurabiye. Hepimiz daha iyi, kendinin daha çok sevdiği birer insan olmak için mi ana baba oluyoruz acaba, kendimizi temize çekmek için, kendimizi susturmak için, kendimizi aşmak, kendimizi geride bırakmak, kendimizi kendimizce feda etmek, aslında belki de kendimizi affetmek için.

Özetle, senin büyümen, senin büyüme fikrin bile titretiyor içeride bir yeri. Yardım et bana, olur mu. Sen uykuya dalarken ettiğim dualar kabul olsun, olur mu. Hem senin için, hem bizim için.

Öptüm seni uyuyan yanaklarından...

19 Mart 2015 Perşembe

İkiyüzyirmisekizinci gün

Bugün yeni eve gittim geldim, gittim geldim Kurabiye. Gidiş ve dönüş yollarında hep huzur buldum nasıl olduysa. Senin odanı yaptık son gittiğimde, dönencene kadar kurdum çok cici oldu gibi geldi bana. Koca evde tek oda hazır, emre amade, o da küçük paşanın odası. İki saat mobilyalarını kurdu kan ter içinde iki abi, bir abla yerleri, camları sildi senin için, ben çarşaf gerdim, yastık pofudukladım, dönence kurdum senin için. Hem minik, hem kocaman bir adam olabilir misin acaba?

A ve bugün büyük bir gün, çünkü ilk defa ayrı odalarda yatacağız seninle, belki de bundan sonra abilik mertebesine zıplayacaksın, aynı anda hem tembel şirin-bkz lapacı şirin, hem sinirli bok, hem annesinin balı, hem babasının küçük ayaklı prensi hem de abi olacaksın. Yakışır sana Kurabiye...

Güzel uyu, utandırma bizi emi...

18 Mart 2015 Çarşamba

İkiyüzyirmiyedinci gün

Olaylar birikmiş Kurabiye. Seni kimler nerelerden okuyor diye bakıyorum arada, eski, en eski yazıları okumuş birileri. Öyle olunca, ben de bir baktım ne var ne yok o zamanlarda diye.

Ne uzun, ne çetin bir yoldan yürümüş gelmişsin Kurabiye, ama yüzümüz hep gülmüş bir parça, sen güldürmüşsün demek ki. Ve gerçekten, ne iyi ki yazmışım elimden geldiğince, büyüdüğünde hepsini okumanı çok istiyorum senin. Gel benimle tartış, amma yapmışın ha, de istiyorum. Demesen de, ben böyle döner döner okur, eski günleri, halleri yad ederim en kötü.

Bugünün konusu bu değil tabi. Prematürelikle ilgili son doktor kontrolün var idi bugün. Fizyoterapist gördü seni, ayına göre gerilik, ileriki durumunu değerlendirdi. Dediklerini yapmazsak, geç yürümenle tehdit etti bizi, ya da geç emeklemenle, ya da bana öyle geldi. Sonra dedim ki babana, hiç yürümeyen adam gördün mü sen, yok. Demek ki eni sonu olacak bu iş. Rahatlık mı dersen, kaygı var kocaman, söylenen her olumsuza çalan ifade dağıtıyor iç dünyamızı. Ama sen ki nelerden geçtin annem, beyin ultrasonlarından-beyin kanaması var mı diye, nörolojiden -zeka geriliği var mı diye, göz testlerinden-kalıcı körlük olabilir mi diye, detaylı işitme testinden -kalıcı sağırlık olabilir mi diye. Bu kadın geç emekler, yürür bak deyince, bir prematüre anne babasıyla konuşurken azıcık daha seçilmiş kelimelerle konuşuyor olmasını diledim. Tıpkı eski çocuk doktorun gibi, adama gaz, adama süt soramaz idik. Anca bağırır, bu çocuk hassas bebek, çok dikkat etmek gerek, der dururdu.

Halbuki bana sorsalar, sen kocamansın Kurabiye. Dışarıda esnafla olan her türlü işimizde-ki bu ara çok oldu, onlara da değinicem kısaca, az zamanda ne çok iş hallettin gör diye- söze "biz" diye giriyorum ben. Onların seni görüp görmediğinden bağımsız hem de. Minibüs şöförüne "Göztepe'de inicez biz" diyorum. Elektrik idaresine "elektriği açtıracaktık biz" diyorum. Emlakçılara durumu telde daha farklı izah ediyorum "Benim minik bir bebeğim var, onunla gelicez biz" şeklinde. Sen benim ekürimsin Kurabiye, senin yerin benim kucağım. Hoş bugünkü fizyoterapist abla, o taşıdığınız kanguru bacaklarını uzatmamasına yol açmış olabilir, dedi ama; kendisinin diplomasını sorgulayacağım zaten ben. Hayır olsun tabi.

Sosyal şirinmişsin sen, öyle dedi doktor ablalar. Gözlerin, kapıyormuş ona bakan her gözü. Baban da tembel diyor oturma kalkma açısından. Ne hoş işte, diyoruz. Anneden sosyalliği, babadan tembelliği almış işine geldiği durumlar için. Sırtın yere gelir mi, gelmez asla. Alemin sevgilisi olursun, zaten uzun kirpiklerle hayata 1-0 önde başladın, gerisi gelir işte.

Sonra noldu dün, annen iş yaşamını hatırladı, hatırlattılar ona türlü havadis ile. İçimi bir afakanlar bastı. Hayatım seninle ne güzel doluymuş Kurabiye, hoş nasıl olduysa bugün yine çıkıverdim işin havasından, sen oldun her yan. İşe başladığımda nasıl olacak bakalım. Sen zaten ihmale gelemiyorsun, yemek istedin vermedik ya on dakika, kıyameti kopardın şuracıkta. O durumlarda senin adın sinirli bok, o an dünya duracak, Kurabiye'ye yemek verilecek. O kadar, lamı cimi yok. Öyle ol tabi Kurabiye. Şimdi burada uygun sözcükleri bulamayabilirim ama, senin için akıllı olup dünyanın derdini çekeceğine birşey çocuğu gibi yetişip sefasını sürsün, diyoruz ara ara.

A bişi daha demem gerek baban kızmazsa, arabada sen varken, küfretmemesi konusunda uzun süre önce anlaşmış idik. Trafikte bir kurt adama dönebiliyor çünkü kendisi, böğüren bir cin oluyor aniden. O da naptı biliyor musun, konuşur gibi bir ses tonuyla küfrediyor artık adamlara, yani bu hal sen dediklerimizi anlayana kadar idare eder bizi. Tabi sonra sana, sakin bir tonla söylense de, birisinin annesinin bir şey yapılmasının aslında o kadar da normal ve hatta iyi bir şey olmadığını anlatmamız gerekecek, ama daha oraya gelmedik.

Koşturacağın ev, senin için hazırlanıyor, bizi de heyecan sarıyor hafif hafif. Taşınan çocuklar depresyona girebiliyormuş, sen girmezsin değil mi Kurabiye, sana süt olsun, çorba olsun, elma olsun, azıcık da oyun olsun, uçak olsun, her yer Roma, Paris olur, değil mi Kurabiye.

Öptüm seni güzel gözlerinden...

13 Mart 2015 Cuma

İkiyüzyirmiikinci gün

Bugün çok şey oldu Kurabiye. Bi de yazamamışım kaç gündür. Artık silkinme zamanıdır.

Bugün çok kişi elledi, sevdi seni. Akşam nazarlanmandan korktuk, çok şükür henüz o yönde bir emare yok. Bugün, emlakçı, güvenlikçi, boyacı, Telekomcu abla, minibüs şöförü ve daha nicelerini gördün. Minibüste bana yer verdiler seni taşıyorum diye, hem de kocaman bir teyze. Bu bile başlı başına bir ilk Kurabiye.

Sonra vapura bindin bugün ilk defa. Sana, burası Kadıköy bak, ben pek seviyorum, dedim, ama duymadın, uyuyordun. Vapurda da, bak bu deniz, dedim, yine duymadın, yine uykudaydın. Tüm vapur boyunca uyudun ve hatta. Yolculuk seven, anasına çekmiş oğlum benim.

Ablalar abiler sevdi karşıda seni, ne kadar uslu, dediler sana. Burunlarından, yani burnumuzdan getirmezsin fitil fitil, değil mi Kurabiye.

Bebek gördün sonra bugün, otomatikman abi oldun hop diye. Senden küçük birileri var artık bu dünyada, bu seni en küçüklükten, bebeklikten, o familyadan her şeyden hop diye çıkartıyor, değil mi Kurabiye.

Seni seven herkese gülümsedin bugün, daha bir sevdim ben de seni. Sana gülen herkese sen daha çok güldün. Eczanedeki amcaya, börekçi teyzeye, çay veren teyzeye, emlakçı ton ton teyzeye, dedeye. Hayat güzel, dedin. Ben ve benim gibiler size bunu hatırlatmak için var unutur gibi olduğunuzda, dedin.

O kadar alıştım ki kucağımda kangurudaki varlığına, bazen senin minik ve şirin bir şey olduğunu unutup, elim ayağım kolum bacağım kadar doğal bir parçam, kıyafetim filan sanıyorum. İnsanların yüzündeki aşırı çocuklaşan ifadeden anlıyorum, haa bebek var, ona yapıyorlar, diyorum. Hastanede de öyle oldu, ben bebeklere bakarken, bana bakan insanların aslında sana baktıklarını gördüm yüzlerinde. Demek ki bebek, nerede ne şekilde olursa olsun, insanı kesinlikle tebessüm ettiren bir şey. Hakkını vermemiz lazım o zaman.

Sonra çok büyük bir şey daha öğrendik bugün akşam. Senin akşam uykun için kati bir saat olduğunu ve o saatte yatağında ya da kucağımda değilsen, kesinlikle mutsuz olduğunu gördük. Uyumak için kuralların, kural deyip sıkıcı yapmayalım, adetlerin olduğunu görmek, çok hoşumuza gitti. Bugünkü düşüncesizliğimizi ezdik içimizde, hadi babanın değil benim diyelim. Bir daha asla senin uyku saatinde dışarıda olmamamız gerektiğini, ya da sana konforlu uyuma rahatı sunabileceğimiz bir yerde olmamız gerektiğini anladık. Altmış santim boyunla bile tercihlerinin olması çok güzel Kurabiye. Böyle sen yürüdükçe önünde rengarenk yollar açılacak, kelebekler sana eşlik edecekmiş gibi. Ya da ben tuhaf anne hassasiyetiyle dengesiz şeyler söylüyorum yine.

Olsun Kurabiye, uyku saatinde dışarıdayız diye yaygarayı basmışken sen, kucağıma aldığımda susman, bir süre sonra oracıkta uyuyakalman, seni taşıyan bileğim halen sızlarken bile çok güzel oğlum. Ben bir eşekim, ama sen eşek affeden bir eşeksin ve en çok bu yüzden güzelsin.

Öptüm seni uyuyan yanaklarından...

5 Mart 2015 Perşembe

İkiyüzondördüncü gün

Ev bulduk Kurabiye, senin dolanman, hayırlısıyla koşturman için ev bulduk. Bulamadığımız o iki hafta öyle uzundu ki, bir ömür gibiydi. Sanki hiçbir zaman ev bulamayacağız gibiydi. Biz içindeyken yıkacak halleri yok ya bu evi, diyordum kendi kendimi rahatlatmak için. Neyse bulduk sonunda da kapandı mevzuu.

Senin belki de farkında olacağın ilk anıların o evde olacak ne enteresan, değil mi. Yav anne, bunun nesi enteresan, diyebilirsin. Oradan bakınca enteresan değil, şimdi ve buradan bakınca enteresan. Ya da yorgunluk, şaşkınlık ediyor yine bana bişiler.

Yorgunluk demişken, dün gece sen ve haliyle ben bir ara üç saat deliksiz uyudun, uyudum, uyuduk. Bu bana ne kadar iyi geldi anlatamam sana. Temizlikçi abla baktı bana bugün, sen bugün bayağıdır olmadığın kadar iyisin, iyi misin? dedi. İyiyim, uyudum ondan oldu sanırım, dedim. Ev bulmak rahatlattı belki, dedi. O bile anladı halimden.

Sonra sen çorbadaki kabakla ve yulaflı sütteki pekmezle tanıştın. Biz de sayende bir kaşığın ağzın içine iki elle nasıl itilip, yalanıp yutulduktan sonra da geri al bunu, doldur getir, denilerek nasıl geri çıkarıldığını gördük. Annen ve dayın gibi kabak ve dolayıslen mücver sevecek bir delikanlı yetişiyor, nasıl mesudum bilemezsin. Yoksa ben bunları bir yerde demiş miydim, yoksa demeyi mi düşünmüştüm. Neyse Kurabiyecim, artık benim seninle karşılıklı şöyle leziz mi leziz bir mücveri sarımsaklı yoğurtla ve sıcak sıcak ve tıka basa yeme hayalim var. Kıskananlar, ıyy diyenler çatlasın, patlasın...

Öptük seni minik Buddha ayaklarından, topuklarından...

3 Mart 2015 Salı

İkiyüzonikinci gün

Bugün sana taa Amerika'dan, ve hatta oraya da taaa Hindistan'dan gelmiş bir CD ile tanıştın Kurabiye. Yani annen ve cimcime teyzen Hindistan seviyor diye, zorla sevicek misin emin değilim ama, Hint müzikleri çalarken sakinleştiğin kesin.

Çorba içmek de, oyalanmak da, dans etmek de, içinin geçmesi de daha bir kolay, daha bir güzel oluyor Hint müziğiyle. Seneye bir düğüne bile davetliyiz, bakalım, gider miyiz, seni de götürür müyüz, gelsen ne güzel olur halbuki.

Onun dışında havanın pek kötü olduğu bir gündü. Vaktimiz salon koltuklarında köşe kapmaca ve dansla geçti orada burada. A bir de bulur gibi yaptığımız bakıcı teyzen kaçtığını beyan etti sabah, güne öyle başladık, nasıl unuttum bak.

Ama ne diyor güzel insanlar, en güzel bakıcı daha bulunmadı Kurabiye, bulacağız, olmadı ben bakacağım sana. Yok yok, güzel bir bakıcı bulacağız kesin:)

Öptük seni güzel uykulu güzel gözlerinden...

2 Mart 2015 Pazartesi

İkiyüzonbirinci gün

Sevgili anca uyumuş Kurabiye,

Bugün seninle, eline kocaman bir taş almış adam gördük, seni bu şehirde neden büyütmek istemediğimin aynası gibiydi. Trafik kazası olmuş, üç araç birbirine girmiş. Can kaybı ya da yaralı yok gibiydi gördüğüm kadarıyla, ama kavga vardı, ateşli kavga. Yerden kaptığı koca bir taşı kafa yarmak için hırsla atmaya hazır bir adam, olanları izleyen grup ve adamları ayırmaya çalışan bir grup. Düşününce, hiçbirinin yerinde olmak istemezdim, hele senin oralarda bir şekilde olmanı hiç istemezdim. Halbuki pek tabi kazadaki takside olabilirdin, ya da yolun o tarafından tamamen tesadüfen yürüyor da olabilirdin, karşı kaldırımda ve kangurunun içinde huzurla uyumak yerine. O yüzden, seni burada büyütsek bile, burada değilmişsin gibi yapmamız lazım bir şekilde.

Hop konu değiştiriyorum güzel bir orta geldiği için ayağıma, ne tabirler yarabbim bunlar, gören futboldan anlıyorum sanır. Halbuki anlamıyorum annecim, futbolla alakam babanla izlediğim maçlar ve o maçlarda bir takım gol atınca, "diğerleri de atsın n'olur" dememden ibaret. Ve hatta şirkette bir ara bana futbollu bir iş verdiler; baban bayağı bir gün bana şampiyonlar ligi ile dünya kupası arasındaki farkı anlatmaya çalıştı, fakat ne yazık muvaffak olamadı.

Neyse, konumuz futbol değil tabi. Buralardan gitme hayali üzerine konuşacağız. Konuşacağız, çünkü evini kiralamak istediğimiz insanların çoğu buralardan göç ediyorlar. Garip bir tesadüf değil mi, Urla'ya, Assos'a, İngiltere'ye ve bugünkü teyzeyle birlikte Ayvalık'a yerleşecek insanlar tanıdık bu serüvende. Bugünkü teyze, cici mi cici magnetler yapıyordu, Ayvalık'ta satıp yeni bir hayata başlama hayali vardı teyzenin.

Hep diyorum, bize bir hayal lazım peşinden koşmak için. Onu bir bulsak, gelecek gerisi. Onu bulmakta bitiyor iş, ev ararken de biliyorum bunu biraz aslında. Tam olarak ne istediğimizi, nerede nasıl bir ev istediğimizi bilemediğimiz için, deli danalar gibi nerede ilan olsa gidiyoruz. Sen genelde uyuyup, bizi ciddiye almıyorsun zaten. Neticeyi görünce haksız da sayılmazsın. Bir durup düşünmek gerekiyor, aslında her konuda, demek gerekiyor ki; ben tam olarak ne istiyorum. Onun cevabını duyabilmek için, etrafın çok sessiz olması gerekiyor ve sabır gerekiyor. Ve onu duyunca da, yargılamadan, sorgulamadan kabul etmek gerekiyor.

Diyeceksin nereden nerelere geldin, sen de haklısın. Ama sen öyle yapmaya çalış, olur mu, içindeki sesi duymaya çalış. Önemli önemsiz tüm kararlarında, bırak o yol göstersin sana. Çünkü o en nihayetinde, seni neyin mutlu edeceğini, sana neyin iyi geleceğini bilen ses, senin sesin. Aynen şimdi yaptığın gibi, gülüşleri, ağlayışları nasıl ölçüp biçmiyorsun, düşünüp taşınmıyorsun, aynı hesap. Ta geçenlerde masalcı ablanın dediği gibi, düşünmeden iç sesi duymaya çalış.

Öptüm seni yarı dalmış gözlerin ve zerdali kokulu kafandan...

1 Mart 2015 Pazar

İkiyüzonuncu gün

Bugünün güzel yanlarını sıralamak gerekirse, enfes bir kahvaltı-babanın ellerine sağlık, kaka yapışın nihayet ve sana yulaflı yiyeceğini bulabilmemiz oldu.

Niye böyle kısalttım günügüzel anılarla, çünkü arası deresi ev aramalarla geçti yine. Yüzünden okumaya çalışıyoruz dediklerini, hangi eve gitsek aslında, henüz kapıdan girmeden genelde, uyuyakalmış oluyorsun. Beğenmedi, olmıcak bu iş, diyoruz. Evlere sığamıyoruz annem, ikna oldum sanırım ben de. Hani sen henüz yarım metreden az biraz çoksun amma, bizim bildiğin üç kişilik bir eve ihtiyacımız var en az. Mutfakta bile bir set eşyan var, banyoyu, odanı, giysilerini, oyuncak ve salıncak ekipmanlarını saymıyorum. Bulucaz herhalde. Bunalıma giriyormuşsunuz taşınınca, sen girmezsin diye ümit ediyoruz. Ne de olsa gezmeyi, tozmayı, yeni yerler görmeyi seviyorsun.

Sonra bu haftasonuki doktor dedi ki, bir dahaki görüşünde yabancı anksiyatesi geliştirecekmişin, kimselere gülmeyecekmişin. Biz güldük o öyle diyince, çünkü senin kimselere gülmeyeceğini düşünmek bile güldürüyor insanı. Sana olmaz anksiyate falan diyoruz, göreceğiz.

Bugün ev bakma bezginliği ertesi dolanıp eve geldiğimde, sen babanın kucağında kangrudaydın. Ben oldukça ümitsiz ve boşboş bakıp, vir vir ederken, sen pek komik bakıyordun bana kafanı eğip. Seni görürken, vir vir etmekte bile zorlanıyordum anlayacağın. Sen bu muzipliği, iş güç telaşı gibi daha da boş işler başımı sarmışken de koru, olur mu. Sen bi gül o kangurunun bir yerinden, benim içim ısınsın, olur mu.

Öptük seni yıkanık, sen kokulu bacaklarından. Babanın "Bu ayaklarla mı ayrı eve çıkıcan sen" dediği beşer bezelyeli ayaklarından...