25 Aralık 2016 Pazar

Fareli masal, kardeş bulut ve Tayyan abi üzerine

Günlerdir yazmak istiyorum ve yazamıyorum bildiğin. Sonra öyle güzel ya da öyle özel şeyler oluyor ki, bunu kesin yazmalıyım diyorum, ve yine yazamıyorum. Artık yeter kadın, dedim yine, yaz şu çocuğa günlüğünü, boynunun borcu bu. İşte ondan buradayım.

Sen büyüdükçe seninle ilgili her şey güzelleşiyor gibi geliyor. İki yaşın senin olgunluk çağın gibi, yani olgunluk derken, birkaç ay öncene göre bir aydınlanma çağın diyelim. Olaylara yaklaşımın, verdiğin cevaplar bizi dumur edebiliyor.

Masal anlatmaya başladın ve bu durum mest ediyor beni. Bir fareyle baba farenin masalını anlatıyorsun, önce arkadaş oluyorlar, sonra da beraber oyun oynuyorlar. Çok güzel değil mi, bence çok güzel. Tabi neden anne fareyle değil de baba fareyle oynadığını çözemedim, ama şimdilik çok deşmiyorum. Masal işte...

Ben sana bana bişiler yapmaya heves ettim. Yaklaşık üç aydır devam ettiğim bir kurstan, yani böyle her hafta ellerimizle yaratıcı şeyler denediğimiz bir kurstan sonra nihayet bişiler yaratabileceğime ikna oldum sanırım. Seninle beraber yeni yıl kartları hazırladık, yarın postalayacağım. Sonra keçeler almıştım, oturdum lavanta keseli balık yaptım sana. Sen çok sevdin, aldın bisikletinin koluna taktın, oyundan oyun yaratmana bayılıyorum senin. Yani o balık için evde aklıma gelecek son yer olabilirdi bisikletinin kolu, ama sen aniden parlayan gözlerle buldun taktın ve çok güzel oldu. Uzun yol şöförlerinin, direksiyona iliştirdiği minik hatıralar gibi durdu, demek ki bunun için yapmıştım balığı.

Sonra sen "bulut yap" dedin. Hay hay, dedim. Oturdum bulutlar kestim sana, bir de sopa buldum, yapıştırdım birbirine hepsini. Ben kitap ayracı yaptığımı sanıyordum, sen ona aduuukit yaptırdın. Aduukit mi ne, ta benim çocukluğumdan bir atari oyunun dövüş repliği, yani sanırım öyle bişiydi, göstermiştim sana artistik hareketleri. Sen de bulutla adukit yapmaya başladın. Sonra bulutun adı "kardeşim" oldu. Sen ona öyle deyince evde tuhaf sessizlikler oldu, yarın Hayat Abla'ya demeliyim, "kardeşim nerde" derse bunu vericen şaşırma, diye. Bir kardeş istiyor olabilir misin gerçekten? Bence istiyorsun Kurabiye, ama babanı da ikna etmemiz lazım bu işe.

Sonra Tayyan abi. Yani aslında onun adı Kayhan Abi, ama sen çok güzel sesleniyorsun ona. Seni alıp uçurmasına, zıplatmasına izin veriyorsun. Merdivenlerden atlıyorsun kollarına, seni tutsun, daha doğrusu seni tutacak diye. Ayakların yerden kesiliyor zıplarken, Güveniyorsun bildiğin. Çok güzel, değil mi Kurabiye. Yani şimdi henüz bilemezsin bunu tabi de, birilerine bu kadar gözün kapalı güvenebilmen ne kadar güzel, değil mi? Her gece bunun için dua ediyorum baş ucunda senin, karşına hep iyi insanların çıkması için, iyilerle çoğalman için.

Ben bilmem kaçıncı kez cüzdanımı kaybettim- daha önce telefon, bir poşet hediye de kaybeder gibi olmuştum- ve yine geldi beni buldu. Hem de en masalsı şekilde. Öncekilerde hep "kalbim ne temizmiş" diyordum, yani duyanlar öyle diyordu, ben de demek ki öyle, diyordum. Ama bu defa başka bir şey olduğunu farkettim;

Hayatın olası tüm acımasızlığına, acı tesadüflerine ve hayal kırıklıklarına rağmen, ben Kurabiye, insanın özünde iyi hem de çok iyi olduğuna gönülden inanıyorum. Her birimizin aslında iyi olduğuna inanıyorum.  Hepsi ondan oluyor bence.

Dünyayı güzellik kurtarsın ondan şairin dediği gibi, bir insanı sevmekle başlasın, bitecekse de tam ondan bitsin...

İyilik, güzellik, mutluluk bir yıl daha seni bulsun, bizi sarsın. Sen bir yıl daha, babanla biz sarılırken usulca koş, aramıza gir, bacaklarımıza dolan.

Öptüm seni....

23 Kasım 2016 Çarşamba

Özgüven meselesi

Gözüm doldu bugün birkaç kez. O yüzden, yazmam gerek diye düşündüm.

İlki, rüya teyzelerinden biriyle telefonda konuşurken oldu. Çok üzgün olduğunu söyledi bana, canım, dedim. Bir arkadaşım vefat etti, dedi. Ah çok üzüldüm dedim. Aslında sanırım o ana kadar duygusal herhangi bir şey hissetmiyor, hissedemiyordum, çok yakınım olan birinin duyduğu acıya uzaktan ortak olmaya çalışmak dışında. Sonra sorular sordum, sordukça dağlandı içim. Sonra sokak ortasında ağlamaya başladım. Tanıyordum bu ağlamayı, bu beni aniden gafil avlayan duygusal boşluğu. Bazen, aniden bir şeyler karşısında çırılçıplak kalma halini, o aniden geliveren "anladım" halini.

Ani bir ölümdü yaşanan, yakınlarına çok zordu, ama asıl acıtan yanı bu da değildi. Sekiz ay önce evlat edindikleri bebekle karısını bırakmıştı geride, ne zorluklarla ve ne kadar bekleyerek evlat edinilen bir bebekle anneyi bırakmıştı. Çok ama çok dağlandı içim. Hepsine ayrı üzüldüm. O güzel çocuğa, büyüdüğünde anlatılacak öykülerin bu olaylarla ne kadar evrilip bambaşka bir yola girdiğine ayrı üzüldüm. İkinci kez babasız kalan çocuğa ayrı, sevgilisiz ama bağrına bastığı ondan hatıra bebeğiyle kalan kadına ayrı, onları böyle ani bırakmak zorunda kalan adama ayrı. Yanında olduğunu hissettir diyebildim arkadaşıma, daha çok yanında ol olabiliyorsan, dedim. Bazı duygular çok güzel Kurabiye, bazıları da çok can acıtıyor. Çok büyük acılarla imtihan olmadık belki henüz, ama bazen bazı şeylerin güzelliği, verdiği ve verebileceği acılarla büyüyor gibi geliyor bana. Bunları sana nasıl anlatacağım, anlatabilecek miyim, bilmiyorum.

Sonra haftasonu kıvırcık bir abla bana, çocuğunun arkadaşlığına değil ebeveynliğine ihtiyacı var, dedi. Kendine mi arkadaş arıyorsun, ona mu arkadaş olmaya çalışıyorsun, bir kendini görmelisin dedi. O anda da çıplak hissettim, tıpkı bugünkü gibi.

Bencilliğimden, yalnızlığımdan yapmış olabilir miyim seni, yoksa her anne ve her şeye annelik eden herkes bir parça bencil mi bu açıdan? Seni kokladığımda, senin sırtına dokunduğumda, saçını okşadığımda kanımda dolanan kıpırtı, beni mutlu etmek için kurguladığım bir dümen mi gerçekten? Muhtaç mıyım sana ve senin varlığına? Bu soru neden bu kadar meşgul ediyor kafamı? Bana sadece "masaj"ve "masal" ve "oyun oyna" diyen ve dayısının deyimiyle "az gelişmiş bir organizma" olan yerden bitme neden bu kadar dağıtıyor bazen beni?

Sana arkadaş olmakla, sana anne olmak arasında en olmayacak yerde mi duruyorum yoksa? Büyümenden, seninle konuşamamaktan, anlaşamamaktan neden korkuyorum bu kadar? Anneme neden yükleniyorum bu aralar bu kadar çok? Ne diyor tüm bu olanlar bana? Neden korkuyorum en çok, de bana Kurabiye. Otuzküsür yaşında, en çok neden korkuyorum, de bana nolur. Uykunda, uyanıklığında, kakanda, çişinde de bana nolur, olur mu. Aniden "çok seviyorum seni ben, biliyor musun" diyorum sana bir mucizeyi fısıldar gibi. Kime söylüyorum aslında bunu? Beni çok sev mi istiyorum aslında? Yoksa her şey ama her şey sevgili dayının dediği gibi yalnızlıktan mı Kurabiye? Yoksa kaçamıyor mu kimse kendi yangınından, girdabından, ben oldum o olmasın dediğin her şey oluyor mu yoksa eninde sonunda?

Ve en son, başka bir masalsı kıvırcığın bahsettiği bir anaokulu. Çocuklara asıl vermemiz gereken şey, "özgüven" diyor, her çocuk kendini özel ve biricik hissetmeli, diyor. Ve gözlerim doluyor yine. Sana dünyanın bir tanesisin, demekle, dünyada sadece bir kum tanesisin demek arasında gidip geliyorum. Hangisini bilmelisin önce? Bana "sen kapatma ben kapatıcam" dediğinde tamam diyorum sana. Sen tutup parkta çocuklara dediğinde bunu, dönüp bakmıyorlar bile sana. O zaman ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemiyorum. Arkadaşın Aziz gelip sana vurduğunda ve sen ağlayarak onu okşamaya çalıştığında da, bana arar gözle bakıp yardım istediğinde de bilememiştim. Neyi öğrenmelisin en çok, Kurabiye? Nar tanesi, nur tanesi olduğunu mu, yoksa etrafında onlarca, yüzlerce nar tanesi, nur tanesi olduğunu ve hayat boyu da olacağını mı?

Çok sevdiğimi bil şimdilik seni. Her yaptığını, her dediğini, her koktuğunu, her gülüşünü çok sevdiğimi bil.



30 Ekim 2016 Pazar

Lunapark trenleri aşkına

Bugün ilk defa lunaparkımsı bir şey gördün ve ben duyardım başka ana babalardan. Disneyland'e gidenlerden falan, ne iş anlayamazdım, neden giderler onca saat sırf çocuk eğlensin diye diye. Bugün biraz anladım, hepsi bencilliğimizdenmiş annem, onu anladım. Anlatacağım.

Beş liraya binilebilen oyuncaklar vardı. Trene hasta oldun, her bir vagonu başka bir masala açılan trene. Gemili, arabalı, harbi trenli olanına. Ben iki yaşında çocuğu olan anne kontenjanından ötürü binebildim. Benim gibi birkaç anne baba daha vardı. Vagona sığmayan bacaklarımızı çapraz tutuyorduk. Siz vagonların hakimi, biz ise tuhaf gözetleyiciler gibiydik. Aynı trene üç defa binince ve her bir biniş beş tur sürünce bir şeyleri daha iyi anladım. İşte onu anlatacağım.

Aslında ne anlatacağımı şimdi daha iyi bildiğim için, tüm yazıyı da baştan yazıyorum. Bu süre zarfında hemencicik okuyan ilk beş okurumdan da peşinden özür diliyorum, daha sonra n'olur yeniden okuyunuz diyorum.

O trenin içinde ben kendi minikliğimle karşılaştım bir şekilde, senin sayende. Senin etrafa bakan gözlerinde, sakinliğinde, dinginliğinde ve en çok da naptığını gayet iyi bilen halinde. O halin bana bir şekilde güven verdi ve içimde bir yol açıldı gibi hissettim- tam burada, son birkaç gündür izlemekte olduğumuz paralel evrenli tuhaf dizinin de hiç payı yok diyemeyeceğim bu durumda, konuyu çok dağıtmamamak için, bu gereksiz detayı bu kadarla kesiyorum.

Sana göz kulak oluyor gibi görünsem de, ben o trende, lunaparka giden kendi minik kız çocuğu eşimle karşılaştım, onu hatırladım, onu hissettim. Sanki çok uzun zamandır bu kadar yakından görmüyordum onu, duymuyordum. Onun zihninde gezindim, lunaparkta o trene tek başıma binerken aklımdan nelerin geçtiğini hatırlamaya çalıştım. Düşünceleri atıp duyguyu bulmaya çalıştım-masal gecelerinde çokca bize nasihat ettikleri gibi, duyguyu bulmaya çalıştım. Duygu hafiflikti güzelim.  Tüy kadar hafif ama bir o kadar da kendini, nerde olduğunu, ne istediğini, ne istemediğini bilen bir hafiflikti. An'da kalabilen ve o yüzden havada asılı durabilen, olanı olduğu gibi kabul edebilen, ne geriye ne ileriye yerinen hafiflikti.

Tüm gizimiz o gibi geldi o an. İçim tuhaf şekilde ürperirken, tren belki onikinci turunu atarken, sana baktım çaresizce. Benim zar zor görebildiğimi, farkedebildiğimi görebiliyor musun diye. Sen kendinden o kadar memnun şekilde direksiyon çeviriyordun ki, arada bir müzik için düğmeye basarken ve etraftaki tüm kalabalığa bakarken. O an anladım, sen zaten oradaydın. O yaşlarda olmanın en güzel yanı buydu belki de. Tam o anda, orada olabilmek, her istediğinde.

Benim kız çocuğu halim otururken yanında, seni gördü. Seni ve hayata karşı duruşunu, tercihlerini. Atlı karıncayı hiç sevmeyişini misal, ya da sallanan helikopterleri, dönmedolapları. Ama trenleri, arabaları, arabaları tamir edenleri, kedileri, köpekleri, salyangozları ve kuşları sevişini. Benden, babandan ayrı yanlarını, sırf sana özel, sana dönük renklerini. Var oluşunu.

Bugün, bugün çok keyif aldım yine ben. Beni neyin mutlu ettiğini buldum sanırım. Sırf sana bakarak sebeplenip mutlu olabilen yanlarımın bana ne dediğini, senin bana ne dediğini, neyin ışığını yaydığını buldum.

Anlatmam zor ama buldum kendimce. Lunaparktaki trenin payı büyük bu yolculukta. Ondan, selam olsun ona, onu oraya koyan ellere, bizi oraya biraz zorla da olsa götüren babana, orda lunapark için ısrar eden babaannene, benim seninle beraber trene binmeme izin veren biletçi abiye, orda olmamıza yardım eden güneşe.

Rüyaların örtüsü içini sıcak tutsun güzelim. İyi uykular.

16 Ekim 2016 Pazar

Evlerin ayrılması namzetine

Yani böyle yazınca, olduğundan daha büyük bir şey gibi duruyor, o yüzden bir an önce netleştirmem gerek. Hayır annecim, yaşın iki ve halen bizimle oturuyorsun, senle evleri filan ayırmadık, yani henüz ayırmadık.

Ben kendi çapında pek mühim olan-yani kendimce- bir şeyler yaptım bugün. Salonda senin onyüzbin köşenden ayrı olarak, böyle sırf kendime mahsus bir köşe yaptım. Bir süre önce de niyetlenmiştim- hani şu İstanbul'u fethedebilmek için babaları, dedeleri, dedelerinin dedeleri birçok kez adım atan padişah gelenekleri gibi gibi, bu örnek mi nerden çıktı, ondan da bahsedicem- bugün nasip oldu.

Biraz daha büyüyünce sen de böyle hissedebilirsin zaman zaman. Böyle içinde mir mir eden sesler oluyor, yani o sesleri bir duymaya başladın mı, hep seninle geziyorlar aslında. Bazen çeneleri çok düşüyor, bazen efendi oluyorlar. İşte o sesler bayağı bir zamandır, sana yakın olmakla sana uzak olmak, senle olmak ve sensiz olamamak uçurumları arasında beni bir o yana bir bu yana sürüklüyordu.

İşte bu belki de dışarıdan çok anlamsız görülen gel gitlerin sonunda ve ilaç gibi Paris tatili ve üzerine mis gibi Kapalıçarşı gezisi (burada babana metrelerce şükran kurdelasını yine uzatmam, onu o kurdela ile defalarca sarmam gerek, unutmayayım) sayesinde bugün kendime bu özel köşeyi oluşturmaya karar verdim, niyet ettim.

Önceki atılımımda, bir raf edinmeyi ve babana çaktırmayı başarmıştım. O rafta bir köşede senin, bir köşede benim kitaplarım duruyordu. Ama ben benimkileri hiç okumuyordum raftan alıp tabi. Masa bile aldık o zaman bana- ki şu an onun üzerinde yazıyorum sana- Zaman içinde masa üzerine sana da iyi gelsin diye pikabı koyduk, ve sen arka fonda Zeki Müren plağı çalmadıkça yemek yemez bir hale geldin, "müzii aaçç" diyordun bittiğinde. O şirin ve masalsı halin bize de çok iyi geldiğinden kaldırmadık pikabı. Zaman zaman Hayat Abla'n ve babaannen aşırı doz Zeki Müren'e maruz kaldıklarından isyan noktasına geldiler ve hatta Hayat Abla kendi Azeri plaklarından getirdi ama star değişmedi...

Neyse, sonra sen çok büyüdün, yemeğini artık kendin yiyorsun, "anne ben acıktım" diyorsun... demek isterdim ama tabi ki öyle değil. Ama biraz büyüdüğün kesin, plak filan kesmiyor artık seni yemekte. Eline tren, araba, bastet atman için top vs verip, arada da sen yemezsen anne yiyecek, baba yiyecek diye seni kandırıp doyurmaya çalışıyoruz.

Yani sonuç olarak, pikabı kaldırmayı, duvara yeni bir raf çakmayı ve alanlarımızı ayırmayı akıl ettim, baban da yardım etti sağolsun. Benim kendime ait bir odam vardı ibişcim senden önce. Çok da severdim, çoğu zaman içinde pek bir şey yapmasam da çok severdim onu ve orada olmayı, uzun uzun duvarlara, raflara bakmayı, orada müzik dinlemeyi, düşünmeyi, okumayı, bazen film izlemeyi, yazı yazmayı çok severdim. O odadan arta kalanları tıkıştırdığım dolabı da açtım. Onca yıldan parça parça çektim çıkardım bişileri, yenilerden de koydum suyuna. Mis gibi oldu çorba. Dönüştü, bambaşka bir şey oldu.

Hayat Abla ne diyecek çok merak ediyorum. Boyum kadar kızı var kendisinin, bu ergen hallerimi görünce ne diyecek çok merak ediyorum. Kızma bana, yargılama beni nolur dicem ona. Kocam kabul etmiş beni, sen de et diyeceğim. Her insan, kendine ne iyi gelecekse, geliyorsa onu bilsin, onu sevsin, ona sarılsın diyeceğim.

Onca zaman sonra bayağı keyifliyim Kurabiye. Sen mi, sen delirdin bugün, deliler gibi oyunlar oynadık seninle hepimiz, sırayla.

Sana Kapalıçarşı gezisinden bir adet şeker kız Candy foturafım ve henüz boyun elverirken çekilmiş en tatlı İkea foturafınla veda etmek istiyorum...

Müzikli kitabınla uykuya dalan kollarından öpüyorum seni...





11 Ekim 2016 Salı

Filmekimi İstanbul'da

Bugün, senin eve gelişinin, hastanedeki kuvez'inden azad edilişinin ikinci yıldönümü. Yani senin ikinci ikinci yaş günün aslında. O yüzden, gecenin bir saati, bergamutlu çay, hindistan cevizli çikolata ve fonda klarnet sesiyle birazcık yazacağım sana.

Filmekimi broşürüne yazmıştım hastane çıkışına gerekecek ilk malzemeleri. O kadar aniden gelmişti ki haberin, "bu Cumartesi taburcu ediyoruz" demişlerdi. Yanımda kağıt kalem adına, o Cumartesi başlayacak Filmekimi broşürü vardı sadece. Bir tulum, bir içlik ve bolca battaniye'yi onun üzerine not almıştım yoğun bakım'ın girişinde.

Gidemedim o yıl festivale, geçen sene de gidemedim, ve bu sene de gidemiyorum. Ama bu yılki benim haytalığımdan. Dayınla başbaşa geçirilmiş, iç ısıtan bir tatilden yeni geldim. Sen ilk defa babanla yalnız kaldın ve çok yakıştınız birbirinize. Babaannenin aldığı sututırla (scooter) gezerek, rüyaya dalmışsın her gece. Baban öyle mutluydu ki senle yalnız kalabilmeyi başardığı için, gözlerinden okunuyordu.

İkiniz de kızmadınız bana, hırpalamadınız gittim diye. Baban sarılarak uğurladı, çokça eğlen kardeşinle, dedi gülümseyerek. Gidebilmek bazen, ne büyük bir lütuf biliyor musun Kurabiye. Gitmem lazımdı ve bunu en iyi siz anladınız, azad ettiniz beni. İçinizle görüp, gönlünüzle yollayıp, kocaman ellerinizle karşıladığınız için beni, binlerce şükran size...

Kardeş, kardeş can, kardeş memleket, kardeş dünya. Kardeş ağlamak, kardeş gülmek, kardeş gecenin bir yarısı bana sarılıp "iyi ki varsın" diyebilen bir mucize. Evlerimizden, kendimizden bir mola isteyip, sığındığımız otel odasında bana sarılan, yatağın öte yanı. Kardeş, can yarısı, can yanması, iç ısıması, ömrün nakışı, söküğü, dikiği.

Gidebilmem lazımdı Kurabiye, beni uğurlayan, sonra da aynı sevinçle karşılayan ellerinize, yüreğinize şükran. Senin, babanın ve dayının...

Bugün masallı bir kadın bir öykü yazdırdı bize, içimize. Mürekkeple, beyaz bir kağıda, kısacık bir öykü yazdırdı tek bir nefeste. Benim öyküm "azad ol" dedi bana. İçindeki o bir türlü halleşemeyen, kadınlardan, adamlardan, çocuklardan, doğmuşlardan doğmamışlardan azad ol artık, dedi.

Senin azad olduğun günün ikinci yıldönümünde kendimi azad ettim, anca kendimin bileceği bir dilde ve şekilde.

Elimi tutan, yüzüme kocaman gülen gözlerinize, kalbinize, sıcaklığınıza şükran. Senin, babanın, ve dayının.








4 Ekim 2016 Salı

Ekim yazısı

İlhamla ilgili bir şeyler okuyorum, nefesinizin kesildiğini, ölecek gibi olduğunuzu hissettiğiniz anlar, işte tam o anlar ilhamın sizi ziyarete geldiği zamanlardır, diyor. Tüm bu yazılar öyle anlarda çıkıyor işte, ilhammış gelen, kalk kadın yerinden doğrul diyen bana. Öyle gecelerden biri daha...

Çok uzatmamaya çalışacağım. Yazmadıkça ihanet ediyor gibi hissediyorum değerli anlarına, hatıralarına, not düşmem gereken yanlarına.

Bugün, ikili koltuğun tam ortasında oturup -ki koltuğun beşte biri kadar falan ediyorsun sanırım- dimdik durup, ayağının ucuyla topa vurup, hulaloptan basket attın neşe içinde. Ayağıyla hulalopa basket atan bir çocuksun, üzerine kahkahalarla çığlıklarla gülen.  O kadar içten, o kadar kolay gülüyorsun ki, yanında olmak istiyorum bencilce. Ben de, ben de demek istiyorum. Bana da öğret istiyorum. Topa vurmayı da, o koltuğa bu denli güçlü oturmayı da, ağız dolusu gülmeyi de.

Hem karışıyorum sana kum gibi, hem uzak olmak istiyorum. Hem ben olmak istiyorum, hem sen olmak istiyorum. Yanında olabilmek için biraz uzaklaşmam gerek demek istiyorum. Gitmek istiyorum ve gitmemek istiyorum. Gidememekten korkuyorum, gidebilmekten de korkuyorum. Ve sen hepsine inat, gülümsüyorsun. Atamadığın her basket için "atameyom" diyorsun, hiç bozulmadan, didişmeden. Ben küçülüyorum o zaman karşında. Atamadığım her top, büyüyor midemde, boğazımda...

Sensiz bir hiç olmakla, sensiz her şey olmak arasında gidip gelmekten korkuyorum. Kokunu duymadan uyuyamaktan, bazen dediğin gibi "öpme, istemeyom" u daha sık duymaktan korkuyorum. Ayrı eve çıkmanı saymıyorum bile. Kendimi kaybetmekten, sensiz hiç fotoğraf çektirememekten, sensiz hiçbir düğüne gidememekten, sensiz denize girememekten de korkuyorum. Hepsini senle yapamayacak olmaktan da korkuyorum.

Varlığından da, yokluğundan da çok korkuyorum senin ben. İki yaşındasın ve ödüm kopuyor her şeyinden.

Sana daha çok gelebilmek için gidiyorum kısa süreliğine. Babanla doğru hesap ettiysek tam yedi gece, sen uykuya dalarken yanında olamayacağım.  Bu kadarına seni bırak, ben hazır değilim. En çok neyden korkuyorsam onu bulup, onunla konuşmam gerek açık açık. Görmekten mi, görmemekten mi korkuyorum, onu bulup onla yüzleşmem lazım...

Çok güzelsin oğlan çocuğu. Her şeyin, her halin, her dudak büzüşün, her "yime buynumu" deyişin, yanağımdan öpüp yeniden uykuya dalışın çok güzel.

Tenine karışan ter kokun içimi titretti bugün, mahvoluyorum sandım, her şey o kokudan ibaret sandım, ben yokum sandım. Bu yazı o çaresizliğe ve o mucizeye yazıldı, ilhamsa neyse adı, o kokuya geldi bugün. Beni koklayıp duran babamı, annemi ve artık sağ olmayan ananemi, babaannemi andım. En güzel şuradan alırdım kokunu deyip ensemi koklayan babamı, kukona bakayım diyen ananemi ve babaannemi, her şeyin öncesindeki ve sonrasındaki annemi hatırladım. Herkes düşüyorsa en az bir kere bu kuytuya, bu kuyuya, ben de bu akşam düştüm Kurabiye.









5 Eylül 2016 Pazartesi

Sayamadım günleri yazısı

Kaçtır yazacağım sana, beceremiyorum. Olan biten her şey öyle tuhaf, öyle kendi seyrinde, hızında olup bitiyor, dönüşüyor ki neye ne diyeceğimi şaşırıyorum çoğu zaman.

Aynaya bakmasam, hep sana baksam, kendimi çok eski bir zamanımda sanabilirim, ki oluyor sık sık. Aynada tokat gibi çarpıyor yüzüme uçurumumuz. Ne bana benziyorsun bir parça bile, ne de benim yaşım senin yaşına yakın. "Bizden geçti" replikleri ne kadar komik ve güdük de dursa henüz üzerimizde, bir on yıl altım ve üstümden duyar oldum bu lafı artık. Oralara geliyoruz birazından demek ki...

Bana bu yazıyı yazma cesareti, arzusu, inadı veren ise şu aşağıdaki foturaf.
Bu, kendini bu kadar bildiğin ve aheste dolandığın ilk vapur/motor seyahatin olabilir. İlk deniz simidin, martı simidin olduğu kesin. Kendi başına bunca rahat oturuşun, gelene geçene bakışın, olanın bitenin bu kadar içinde ve dışında oluşun. Bu kareyi çekerken de, bu kareye bakarken de gıcıkladı her defasında içimi. Ve arkaya bak bu şarkıyı/şiiri açtım yazabilmek için.

"Garipliğine yan, yan yürek yan, gitti giden giden..."

Neden, onu gerçekten bilmiyorum. Sana nasıl bir gelecek bırakıp, seni nasıl bir ortama sürüklediğimizi hiç kestiremiyoruz. Fena halde endişeliyiz birçoklarımız gibi. Yemek yememen en büyük problemimken bazen, daha büyükleriyle nasıl baş edebilirim tahmin edemiyorum. Ve sen iki gündür öyle güzel, öyle içli bakarak yiyorsun ki ne versem, o bakış içimde bir yerleri deliyor gözgöze geldiğimizde. Türlü mesaj okuyorum çünkü içinde.

Sağımda solumda patlayan sivilcelerden sezmiş gibisin. Bu kadın bu aralar, bişilere takmış kafasını, sıkmış canını. benlik mevzular da olabilir içinde demişin. Ve tamam bak yiyorum, nolur asma yüzünü diyorsun yerken. Doyduğunda, en naif halinle "mama bitti" diyorsun bana, anlamamı bekliyorsun. Anlamıyorum çoğu zaman, nolur bitir, bitecek o tabak veyahut türlü başka rezillik diyorum. Halbuki sen onca iyi niyetin ve netliğinle bir yol bulmaya çalışıyorsun gözlerimin içine bakıp, "mama bitti" diyorsun soru işareti tonlamasıyla. Ben yine hayvanlığım, o ilk günlerimdeki yeni yetmeliğim altında eziliyorum o zaman.

Bugün seni uyutmaya çalışırken, kollarını kaşıdın, nen var dediğimde, "sinek ısırdı" dedi, ah canım nasıl ısırmış seni dediğimde, kollarını tutup tutup lokmalar koparıp ağzına götürdün, uzun uzun anlattın bunu ve ben ayıp lambayı açmayı geç farkettim. Kıpkırmızıydı kolların, o Allahın sevdiği hayvan diyeyim hadi, seni oracıkta ısırıyordu sen bana en yalın, en net halinle durumu anlatırken. Ve ben yine anlamamaya yatmıştım o yatağa.

Dün öğlen, kapıyı çekip çıktık hep beraber. Sen asansörde kıyameti kopardın, anlamadık ne dediğini, kamyon istiyorsun sandık, araba diyorsun dedik. Susmadın, dönelim alalım bari arabasını sevinsin çocuk dedik, anahtar yok, belki kapıdadır dedik can havliyle döndük eve seninle. Anahtar kapının üzerindeydi ve sen orada unuttuğumuzu görüp, türlü ses tonunla anahtar demeye çalışıyordun biz şaşkınlara. Göz yaşlarınla kapıya geldiğimizde, anahtarı görüp rahatlayan annene, "onu çıkar" dedin ve anahtarı almamızla rahatladın, düşün önüme abuşlar, artık gidebiliriz dedin uzun yolumuza.

O uzun yol, minik ve sevimli ailemize, bu motoru, sonra Eminönü'yü, Tahtakale'yi, çimenlerinde yuvarlandığın Gülhane'yi ve Topkapı'yı, sokaklarında dolandığın Sultanahmet'i getirdi.

Çok güzelsin Kurabiye, öyle böyle değilsin. Kıracaklar dalını, yakacaklar canını, ve oturmak istediğin minik sandalyeyi altından çekmeye çalışan zalimlerden çok olacak annem. Ve malesef ki sana "ver onu bana" demesini öğretmem gerekecek, dedenin zamanında bana dediği ve anlam veremediğim gibi, "vurana sen de vur" demem gerekecek sana. Bugün çocuk alanında sandalyeni çekip alan, yarın kadar çocuğun başını okşamanı da, olayı çözmem başka deyişle sana yardım etmem için bana bakıp, elimi tutmanı da unutmayacağım.

O sandalyeyi o çocuğun elinden senin alman gerekecek Kurabiye. Bu bana çok ağır, çok acı ve çok anlamsız gelen şeyleri sana malesef öğretmemiz gerekecek. Seni severken sana vuran küçük sarışın çocuğu, gözünde yaşlarla kafasından sevmeni de unutamıyorum hiç. Hepiniz, hepimiz sevmeyi bilerek doğuyoruz gibime geliyor. Sonra her şey o tuhaf park terörü ile başlıyor, gerisi de geliyor malesef.

Anneler babalar gizli gizli benim çocuğum hakkını yedirtmez, lokmasını alır diyor gibi geliyor nedense. Çocuğun önce yükselmesine izin verip sonra "a çocuğum çok ayıp, ver onu geri" ler falan bana hep biraz caz geliyor ne demekse o. Sen bilmiyorsun vurmasını işte henüz, birinin elinden oyuncağı almasını da, birinin altından sandalyesini almasını da. Ortalık senin gibilerle dolu olsa ve hiç öğrenmeseniz, öğrenmesek olmuyor mu. Bir şeyler bir şeylere hep "daha" olmak zorunda mı derken Umay Umay "Düşmedim Daha" diyor arkada. Vardır bir hikmeti.

Sen motorun o beyaz koltuğunda, elinde simit parçasıyla uzaklara bakarken, o denize yönelmiş halinle kal bir yerlerde hep olur mu. Bir yarının orada öylece kalması için de ki anne dağları yarsın, yarsın annecim.

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Üçüncü yaşın altıncı günü

Yazamıyorum artık sana. Bunu kabul etmem gerek. Çünkü artık konuşuyorsun sen, yani böyle kendine göre, aklına esince bir şeyler diyorsun.

O kadar ki, beni bildiğin afallatıyorsun. Beni bulamayınca, "anne burda yok" diyorsun mesela. Güneşte pişmiş kaydırağa oturunca, "sıcak" diyorsun. Kakaya "tata", kocaman gözlü baykuş "topacam" diyorsun. Dayının adını, kendisini Oslo'da yaşadığını, kollarını havalara kaldırıp söyleyebiliyorsun. "Annannii" diye çığlık atabiliyor, bana canın isterse "Siibel" isterse "anne", keyfine göre de "annem" diyorsun. Cöbet'ime yatmayı seviyorsun, senin cöbetinin patatese benzediğini biliyorsun. Tedi'nin adının "Badi" olduğunu biliyorsun. Hipopotam'a az ve öz olması için "popo" diyorsun. Oslo bağlarındaki böğürtlenin "ekşi" olduğunu biliyorsun. Topla oynamayı, "bastet" atmayı biliyorsun. Hatta dün babana galiba "aha su burda" demişin ki, bu kalıbı hangimizden ne ara öğrendin bilmiyoruz. Asfalta motorsikleti ağlatan birilerini gördün mü, yavaşca eğilip tane tane "moğtorr" diyorsun bana görmem için. Hayat Abla sana "sen kimsin" dediğinde "Tosun Paşa" olduğunu biliyorsun. Daha ne olsun be güzelim.

Seni babanla birbirimize satmaya çalışırken "annesiii" ve "babasııı" diye bağırıyormuşuz misal. Sen de içeri doğru böyle seslenip "del" deyince farkediyorum ne saçma bir kalıp olduğunu. Babası diye biri yok yavrucum, turşu ettik kafanı diyorum. Sen turşu'ya takılır gibi olunca konuyu değiştirmeye çalışıyorum.

Sana kızdığım anlarda durumu toparlamak için en şirin halinle "annnecimmm" diye bağırıp gülümsüyorsun. Denize taş atmasını, suya çığlık atmasını ve on numara dans etmesini biliyorsun. Dans demişken, dün denize selam duran yogacı bir ablayı izlerken, onun gibi kollarını açıp, bacaklarını havalandırdın. Anladım ki aralayacağımız bir kapı daha var seninle.

Lahmacun ve çiğköfte ve ayçekirdeği içi ve fındık sevdiğini söylemiştim galiba.

Asık suratlı tüm dünya çocuklarına inat, sen kocaman gülümsüyorsun, başbaş yapıyor, öpücük atıyorsun hepsine her gördüğünde. Gülümsemediklerinde çok çirkin olduklarını söylemelisin onlara, bir de dünyayı güzelliğin kurtaracağını.

İlk iki yılında, Adana, Ankara, Antalya, İzmir, Seferihisar, Geyikli, Ayvalık, Midilli, Oslo gördün. Daha iyileri, daha yıllarca senin olsun.

Öptüm annecim.


11 Temmuz 2016 Pazartesi

Artı üçyüzotuzaltıncı gün

Günün adını yazmak bile çok uzun sürdü, çok rakam oldu yanyana Kurabiye. Sen artık kurabiyelikten çıkıp ekmek kadayıfı bile olmuş olabilirsin.

Araları çok açmışım, bazen öyle şeyler oluyor ki, o an oracıkta yazdığımı hayal ediyorum günlüğüne, oh be ne güzel oldu diyorum, diyorum ve sonra yazmıyorum. Aslında yazmalıyım ki, balık ağına vuran ışıltılar gibi görünsün yüzümüze bir on yıl sonra, değil mi.

Güzel bir tatilden geldik, sen yine tatil sonrası sendromlandın, ben yine biraz küfre kaçtım sana karşı. Tartaklamış da olabilirim. İki gün sonra şükür ki düzeldik ikimiz de, belki ben de sendromluydum, nihayet alıştım, bilmiyorum.

Sabahları, "anne, çubuk... baba, adda" diyerek uyandın gülümsemenle. Ben çubuk verdim sana, baba addalara götürdü. Akşamları da uykuya aynı dileklerle yattın. Beş günde dört ayrı yerde yattın, saatlerce otobüste, feribotta, deniz kıyısında oldun, gıkın çıkmadı Kurabiye. Çok istedim gezmeyi sev, canını çıkarmış olabilirsin korkarım. Doğalı iki yıl olmuş iken, pasaportu, pasaportunda bir Amerika, bir Avrupa vizesi olan bir vatandaş olarak, tatilden yeni gelmişken, iki yaşın dolmadan fasülyeden uçak bileti kontenjanıyla sana bir seyahat daha planlamaya davranıyorsak, kesin bizden çok gezer, görürsün sen oğlum.

Neler öğrendik bu tatilde peki, denize taş atmayı, ayağını şap şap suya vurmayı seviyorsun. Deniz sonrası duş almadan yattığında sana bir şey olmuyor, ama pipine kum kaçarsa tadın biraz bozuluyor. Bez üstü mayo, dayının tabiriylen karizmanı biraz çizse de, tey tey diyorsun, kumda oynamanın kuralı buysa, yaparız diyorsun, uyumlusun. Otobüste, arabada, yolda belde, akşamının eşref saati geldi mi uykuya dalıyorsun. Sabahları da sektirmiyorsun, 7 gibi ayaktasın. Anneden çubuk, babadan adda istiyorsun.

Denize girmekle girmemek arasında gidip geliyorsun, soğukla pek hoşlaşmıyorsun. Anan gir diye zorlarsa, babana sarılıyorsun. O daha sakin mizaçlı bir insan olduğundan, seni yavaş yavaş ıslatıyor, bundan hoşlanıyorsun. Sonra ben ayaklarını ısıran küçük balıkları canlandırıyorum, gülümsüyorsun. Keyfe gelirsen, seni ben alıyorum, ayaklarını bacaklarıma yaslıyorum, ellerini çırpmanı istiyorum, seni sırt üstü döndürüyorum suda şarkılarla, mest oluyorsun. Denize girelim mi Kurabiye diyorum sonra bir yerde otururken, tişörtünü çıkarmaya çalışıyorsun girelim diye.

Tarhana çorbasından sanırım bıktın, bir süre yemesen bir eksiklik duymazsın. Kim gel dese hepsine gidiyorsun. Beyaz saçlı tüm erkeklere "dede" diyorsun, Bazısı çok bozuluyor, sen yüzüne doğru öyle bağırınca, duymamazlıktan gelip kafasını çeviriyor, ben ise seni nasıl avutacağımı şaşırıyorum. Hı hı dede yavrum, desem ordan devam ediyorsun, "dedde, dedde" diyorsun. Ya da yeni öğrendiğin kalıpla "dedde burdaa" diyorsun ki ondan dönüş olmuyor. Durumu şakaya vuran bazı amcalar "dedde değil, abi abi" diyor, biraz şaşalıyorsun. Bir başkası "doğru söylüyor, evet ben bir dedeyim" diyor, anlıyoruz ki bu dedelik mevzusu, erkeklerin geniş bir kısmı için biraz problematik.

Bir de "bebiş" sorunsalımız var. Gördüğün hemen tüm çocuklara "bebişş" diyorsun. Yani senden büyük küçük farketmiyor. Kategoriler kısıtlı, "bebiş" "aabi" ve "dedde" var, ortası yok. "Aabi" yi kime diyeceğin belli olmuyor. Ama hani böyle oğlu kızı senden üç beş ay büyük gibi görünen analara babalara "bebiş" dediğinde, çok bozuluyorlar. Düzeltmek zorunda kalıyorum,"bebiş değil yavrum, abi, abla o" diye. Kafan karışıyor, ve sonuna kadar haklısın yavrucum. İnsanların neye takılacakları, neyle dertlenecekleri belli olmuyor.

Sen Yunan amcalarla ve Alman teyzelerle muhabbet edebiliyorsun. Bir çubuk krakerle dünyan değişebiliyor ve kumsal gördün mü rahat koşabilmek için ayakkabılarını çıkarıyorsun. Gördüğün tüm kedilere "Patoş" yani Fatoş diyorsun -onun hikayesini sonra anlatayım.

Bir de moralin gerçekten bozuk mu anlamak için, seni rüyadan uyandırmak için gizli bir sorumuz var: "Mutfağa gelen kuşun adı ne?" Verdiğin cevaptan, gerçekten ne kadar kızgın, üzgün ya da kötü durumda olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Çeşitli tonlarda ve renklerde-ama ağlayarak, ama çığlık atarak, ama bağırarak "maarttııııı" diyebildiğinde sorun yok anlamına geliyor, mutlu oluyoruz.

Bir de canın istedi mi "annnemmmmm" diyebiliyorsun, ki bu seni daha çok hem de çok "adda"lara götürmemize vesile oluyor.

Hayatımızı bu kadar kısa zamanda bu kadar renklendirdiğin için binlerce şükran sana Kurabiye. Tüm çubuklar, kumsallar, addalar sana kurban...

22 Haziran 2016 Çarşamba

Artı üçyüzonsekizinci gün

Yazmayacaktım, ama yazacağım. Ne sırf gülüşleri yazabildim buraya, ne de tüm göz dolmalarını. Her biri kendi bildi sırasını, yerini galiba.

Dün sahile indirdi baban bizi. Gün battı denizin içine, en uzun günde, altımızda alabildiğine kum. Sen sessizce oyunlar oynar, bizler Türk Kahvelerimizi içerken. Sonra güzel bir şarkı başladı arkanda, babanla neşe içinde top oynamaya başladın. Topa attığın çalımlar, onu soktuğun haller biçimler, bu işten hiç anlamayan beni bir hayran ediyor bilsen...

Sonra baban baktı uzaktan sana, sen çapkın çapkın gülümserken. Kaç kere, dedi, kaç kere parmaklarını saydım ben senin, dedi. Ta eskiye, bundan iki yıl önceye götürdü bizi, kuvezdeki yaşam mücadelene, ele avuca anca sığan hallerine, şimdiki göbekli gülümsemenden çok uzaklara. Hastaneye git gellere her öğlen, telefona kalp çarptısıyla bakışlara, hastaneden her an aranabilme ihtimaline götürdü bizi. Çok üzgünüz, alın götürün'ü her an duyabilme ihtimaline...

Hıçkıra hıçkıra ağladığımız günlere götürdü, sigara üstüne sigara içtiği günlere babanın ben görmeden.  Nereden mi geldi aklıma bugün yeniden hepsi...

Bir kadıncağız, trafik kazası geçirmiş ve bir yıl tedaviye mahkum kocası için yardım kampanyası başlatmış, üç yaşında Rüzgar adında oğulları var, adamın boğazının tam ortasında bir delik var, eli kolu onca alete bağlı. Ve kız gülümsüyor bizlere, yardım istiyor masraflar için. Tanıyorum o gülümsemeyi ben, o yüzden anlattım bunları. Yaşamayanın, o an dışarıdan bakanın içini ezecek, kahredecek haller, başa gelince nasıl dirayetlendiriyor insanı, biliyorum kendi deneyimimden ben. Öldün mü, kaldın mı diye tele bakmanın, "süt bitti onu getirir misiniz diyecektik" diyen yoğun bakım hemşiresine sevinmenin ne demek olduğunu biliyorum. O kadının yüzüne yansıyan gücünü ve inancını tanıyorum. Hem çok üzüldüm, hem çok sevindim hepsi için, hepimiz için.

Öyle saçma şeyler oluyor ki buralarda Kurabiye, yani senin kaydıraktan kayman, tahtateravalliye binmen ve topa vurmanın yanında, öyle aptalca şeyler oluyor ki şehrimde, ülkemde, hatta çok daha yakın çevrelerde...

Bir Hayat Ablan olduğu için, bunca güzel gülebildiğin için, gidebildiğimiz bir sahil, ve o sahilin tam içine batan bir güneşe bunca yakın olduğumuz için çok şükrediyorum bazen.

Sana bağımlı mıyım, tam bilmiyorum. Senden ibaret miyim, hayır değilim. Olmayacağım da, bana böylesi en sağlıklısı geliyor. Ama üzüldün mü, bir yerlerin kızardı mı, canın yandı mı çok üzülüyorum evet. Ve gülümsediğinde, boynunu bana öptürdüğünde kendimden geçiyorum. Vay be, diyorum, işte bak bu kadar kolay bu mutluluk. Evde, elinin altında, her daim seni neşelendirmek için dolaşan bir şey var, deli gibi ağlasa da kucağına aldığında susuveren.

Ama biliyorum ki büyüdükçe senin ayrı bir yolun olacak yürüyüp gideceğin. Dün akşam Duru kız'a hayran hayran bakmandan biliyorum, kendimden biliyorum. Birçok anne gibi, ben de senin kendi kendine yeten ve en önemlisi huzurlu bir çocuk olmanı istiyorum. Babandan almış gibisin bu yanları, bir ömür boyu aydınlatsınlar yolunu. Ben kafası karışık bir kadınım, saçlarım da kıvırcık, sense sarışın düz saçlı ve çok güleç bir çocuksun. Bana bile gülüp geçiyorsun... Sırtın yere gelmesin Kurabiye, gelirse beni al ser altına...

11 Haziran 2016 Cumartesi

Artı üçyüzyedinci gün

Ben hala tutup birbuçuk yaşında teyzesi, amcası diyorum. Halbuki ikinci üçyüzlü günlere gelmişin. Yani artık yirmi aylık falan demeliyim herhalde.

Bugün deniz kıyısına gittik Kurabiye. Ortalığı kasıp kavuran ve neredeyse ayak bileklerine gelen mayonla on numaraydı karizman. Bir yengeç bacağı buldum ben, geri kalan her yeri yenmiş idi. Gece hareketli imiş Caddebostan sahilde onu anladık.

TSH kontrolün vardı yine, değerlerin arzu ettiğimiz seviyeden biraz daha yüksek, o yüzden ilacın dozu arttı. Önce biraz üzülmüştüm, aslında kan alınan gün çığlığı bastığın için ve kan alındıktan sonra uzun uzun elini tutup ağladığın için dertlenmiştim, bir de değerler pek güzel çıkmayınca hepten kaçmıştı tadım.Şimdi düşüdükçe normalliyorum, buna da şükür diyorum.

Ben bugün hayatımda ilk defa İstanbul'da denize girmiş oldum Kurabiye. Çok sevdiğim kitabımı bitirdim gözlerim hafif yaşlı. Babaannenin mayosunu ödünç aldım, daldım suya. Umarım bir gün senin için de nasip olur bu güzellik. Yani şöyle sen kendini bilirken biraz biraz, yoksa ben seni sokarım cup cup yakınlarda zaten.

Sen büyüdükçe sanki uzaklaşıyorum bu yazma işinden. Ondan, iyi ki sen miniminicikken uzun uzun yazmışım Kurabiye. Yazmak bana çok iyi gelmiş, seni büyütürken ben sakinleştirmiş, güçlendirmiş, gülümsetmiş güzelim.

Sık sık dediğim gibi, ço tatlısın Kurabiye. Ömrün uzun, huzur dolu ve sevdiklerinle beraber olsun.

Öptüm seni uykulu ve hafif güneş yanıklı kol içlerinden...

22 Mayıs 2016 Pazar

İkiyüzseksenyedinci gün

Tatile gittik geldik Kurabiye. Hafif tatil sonrası sendromlusun. Uyku, yemek ve mızmızlanma saatlerin ve sıklıkların hafif değişti. Ben ayağımı sakatladım yine biraz. Sen de kucak da kucak diyorsun, o zaman azıcık daha çok sızlıyor ayağım. Ama seni kucağıma alır almaz öyle bir susuyor, sakinliyor ve ağaca kenetlenen bir hayvancık gibi sarıyorsun ki beni, hani böyle canım yanmaktan kopmadıkça hayır demek istemiyorum sana.

Şimdi uyuyorsun zamansız öğle uykunu, ben de daha fazla geciktirmek istemedim yazını.

Neresinden başlamak lazım acaba, deli deli koşmaların, yağmurda çamurda, güneşte, kumda, rüzgarda, beni aptallaştırıyor Kurabiye. Tatilin en iyi yanı neydi diye düşünüyordum az önce koltukta. Birçok an geliyor gözlerimin önüne. Kumun içinde, babacının bize bulduğu uçsuz bucaksız bir kumun içinde, saatlerce ve saatlerce bir o yana bir bu yana koşman, dolanman, kumdan kale yapmaya çalışman, kumun göbeğine pipin üzerine oturman, deniz analarına bası bası vermen sahilde, ne olduklarını henüz bilmeden, kamyonuna su doldurmaya çalışman,  kovanın tersine pat pat vurman, terliklerini taşıman yardım için, kaka yapman kumun içinde, yat değiştirelim bezini deyince, yatman boylu boyunca. Köpeklere hav demen, ekmek vermen, top vermen, onlar koştukça, onlar yedikçe sevinmen çocuklar gibi, sen gibi yani aslında...

Yağmurda kafana illa ki kapşonunu istemen, yağmurluğu üstüne giymesen de bitirim halinle kafana kafasını geçirmen, koşman sulara bata çıka. Dizlere yeni minik yaralar açman, uf olunca hafif bi vurman diz kapaklarına, bana bir öptürmen, sonra oyuna devam etmen. Ne metin çocuk dedi birisi sana, durdum düşündüm ben de, öyle misin acaba diye. Bana göre olduğun onlarca şey var ama biri de metin olman mı acaba. Hiç ağlamadın düşüp kalktığında evet, bir öpmemiz yetti hep sakinleşmen için. Metin çocuk Kurabiye.

Sonra saçlarını kestirdik senin. Tam da hayal ettiğimiz dibi, Geyikli'de bir mahalle berberine, hem de Eyvah Eyvah berberine yaptırdık ilk saç traşını. Amca dükkanı kapatıp gitmek üzereyken yakaladık. Yapabilir misiniz acaba, daha önce hiç kestirmedi de, huysuzlanabilir hani, dedi. Gel gözüm gel dedi tombik amca. Berber sandalyesine bir tahta koyuverdi sana taht olsun diye, oturmaz ki oraya deyip gülümserken biz, eliyle işaret etti çocuğu getirin diye. Ve sen bayıldın tahtına, ve boynuna bağlanan turuncu berber önlüğüne, sapsarı saçların on dakika içinde döküldü yerlere, aynada bir kendine bir bize meraklı bakışlarla bakarken sen. Berber amca kafanı sağa sola eğdikçe, ciddiyetini nuhafaza edip yol verdin eline koluna. Saçından bir tutam aldım, sen mi, sen hafif bitirim bir çocuk oldun. Ay parçası gözlerinin güzelliği daha bir aydınlattı yüzünü. Senden sonra baban da traş oldu, utanmasam ben de bile olabilirdim bu anının parçası olabilmek için. Ama yöre halkı, her ne kadar şalvar giymiş de olsa, mavili saçlı ve parmak arası terlikli, ha tabi bir ayağı sargılı ve topallayarak yürüyen bir kadının orada traş olmasına henüz hazır değildi. Yani sanırım.

Varlığın bana çok iyi geliyor Kurabiye. Büyümüş hallerini hayal etmekte zorlanıyorum, içim ürperiyor biraz düşündükçe. Ama sonra düşünme diyorum. Düşünmenin çoğu zaman kötü bir şey olduğunu söyleyen bir kitap okuyorum. Yıllardır bişileri yanlış mı yapıyorum diye şüpheleniyorum bazen. Anın tadını çıkarmayı, andan aldığımız huzurla ölçüyor kitap. Ben bu tatilde çok huzurlandım Kurabiye.

Babana da, sana da binlerce şükran. Her şeye uyumlanan, her yerde gülecek, gülümseyecek bir şeyler bulan sana, dalgaya, kuma, rüzgara, çayçı amcaya, garsona, mahallenin delisi ablaya, eli boyalı boyacı dedeye hep bir şeyler anlatan sana, ellerini iki koca yumruk yapıp göğe kaldıran ve kocaman gülümseyen sana, arabaya binince arka koltukta kendi kendine oynayan sana, araba durunca neşeyle el çırpan, emniyet kemerini açmam ve ayakkabılarını giydirmem için bekleyen sana binlerce şükran...

Mucizelerin bir tanesi, iyi ki geldin buralara. Ben mi, ben seni çok seviyorum. Tatlım diyen dillerinden, eliyle kocaman öpücük veren dudaklarından ve kollarımda uykuya dalan yanaklarından sarıyorum seni. Bana huzurumu geri buldurduğun için, minnettarım sana. Ve her daim kendinden huzurlu babana. İki elimden tutup kaldırdınız beni, indirmeyin yeryüzüne bir daha.

https://www.youtube.com/watch?v=Us7inGWrFys&index=2&list=RDFOh6vqJfV6o

9 Mayıs 2016 Pazartesi

İkiyüzyetmiş dördüncü gün

İkinci anneler gününü geride bıraktın Kurabiye. Daha doğrusu ben öyle yaptım herhalde, sen henüz naptığını bilme çağında değilsin, unutuyorum bunu.

Dayın gelmişti, onu yolcu ettik bugün memleketi Norveç'e. Çok sevdi seni, çok güzel foturaflarını çekti. Sen böyle, sana baktıkça insanın içini, gözünü gönlünü açan bir şey oldun. Ama sosyal ortamlardan kaldırdım foturaflarını. Ne zaman çok tatlı diyen sayısı artsa, hemen bir maraz çıkıyor çünkü, eminiz artık. O yüzden tüm foturaflarını kaldırdım oradan buradan. Tabi  yine dayanamayıp koyabilirim cümle alem görsün diye bu güzelliği. O zamana kadar bizde kalsın dayının çektiği efsane foturaflar.

Aşk gerçekten birkaç farklı şekilde vücud buluyorsa şu fani hayatlarımızda, o şekillerden biri senin suretin, yanağın, sesin, gülüşün, koşuşun sanırım benim için. Pipin bile çok güzel bana sorarsan, ama onu da beğendiğim anda dürtüyorum kendimi, mümkün olsa çimdik de atacağım, kadın dur, tam şu an saçmalıyorsun, kendini kaybediyorsun diyorum. Neyse bu kısmı geçelim. Başka şeyler anlatacaktım sana.

Bu arada, kıvırcık saçlı bir amcan, benim bu lafa pek zor girmelerimi tuhaf bulduğunu söylemişti bir ara. Bu benim yapım sanırım birazcık. Sana hem yukarıdakileri hem de aşağıdakileri demek istiyorum. Kafası çoğu zaman karışık ve bu yüzden saçları hep kıvırcık bir kadın da olabilirim. Sen sarıya kestikçe, ben de tepki olarak mavi attırıyorum saçlarıma, güzel oluyor. Bir masaldan fırladığımıza emin oluyorum o zaman. Sarı oğlanla mavi kadın...

Bugün Merkür Güneş'e çok yaklaşmış. Ne dilersek olurmuş, o yüzden ne dileyeceğimizi bilmek gerekiyormuş. Ben bildim kendime göre, sana bana, ona buna diledim bir şeyler. Sonra sana dilediğim her şeyi bir düşündüm, belki de dedim olmak istediğim insanda ne bulunsun istiyorsam onları diledim elemana. Emin olamadım bu durumdan, çünkü bana pek benzemiyorsun aslında. Yani tip olarak değil, o benzemezliği bir kabul ettik, sindirdik zaten.

Sen bana göre, sanki böyle daha neşeli, daha tatlı, daha dingin bir adamsın, insansın. Ama neşeli mi neşelisin, konuşmayı, paylaşmayı seviyorsun. Evrendeki ve herhangi bir parktaki her yaştan çocukla konuşmak, hepsiyle dokunarak anlaşmak, her birine gülümsemek istiyorsun. Sonra bir yerden bir top çıkıveriyor ve her şey tılsımlı tozlar değmiş gibi dağılıveriyor. Kocaman gülümsüyorsun koşarken.

Bunların hiçbirini hatırlamayacaksan da ben sana haykırmak istiyorum Kurabiye, sen plastik bir topun peşinden koşarken, kocaman kahkalar atıyorsun oğlum. Topa koşarken de, vururken de, vuramazken de, takılıp düşerken de çığlıklar atıp gülüyorsun. O halin bana çok iyi geliyor. Anda olmasını bu kadar kolay becerebilen, katıla katıla gülebilen yanın beni hayran bırakıyor.

Asık suratlı onca çocuk var parkta görüyoruz, oyuncak kavgası eden haydutlar var biliyoruz.  Hatta seni sevmediğini haykıran kendini bilmez dobiş kızlar var, onu da biliyoruz. Ama sen nolur, bu coşkunluğunu, bu içtenliğini, bu içten gelen sevecenliğini hiç kaybetme, ondan hiç uzak düşme olur mu. Bunun için, bunun hayat boyu yolunu aydınlatması, sana güç vermesi için. benden ne lazımsa iste, olur mu. Yeme içme, de bana, tamam diyeceğim. Yatma kalkma, de bana, yanında olacağım.

Çok güzelsin Kurabiye, bir ömür boyu, huzurlu, sağlıklı bir ömür boyu, böyle güzel bak hayata.

Öptüm zor dalan uykularının renkli rüyalarından.



3 Mayıs 2016 Salı

İkiyüzaltmışsekizinci gün

Bugün, yani daha doğrusu dün, tatsız bir gün oldu Kurabiye. Sen hasta oldun özetle, ve ben yani babanla biz napacağımızı bilemedik. Çünkü hasta olduğunu kabul etmemiz, idrak etmemiz bile oldukça uzun sürdü.

Ben seni hırpaladım durdum, yemiyorsun diye, yüzüne bile hafifçe vurmuş olabilirim, kaşığı zorladım, ağzını açtım ve ağzının sağı solu kızarık iki gündür. Hayvanlığım için utanç içindeyim, ama geçmedi henüz yüzün. Yani belki de düşüp durmaların yüzünden oldu ama olsun, hazır bir suçluluk duyma vesilesi var iken, sebeplenmem lazım Kurabiye.

Şimdi gülsem de gülebilsem de pek öyle edemedim dün güzel çocuk. Sen bütün gün huzursuzdun, bağırdın çağırdın, yemedin içmedin, onu istedin, bunu istedin. Kucak dedin, başka da bişi etmedin. Ben kovaladım seni, al bunu başımdan dedim babana, sana bağırdım bas bas. Senden daha çok çıkabiliyor benim sesim bak, dedim. Ne anladın bilmiyorum, ne anlatmak istedim onu da bilmiyorum gerçi...

Her şey, ne olduysa nasıl olduysa akşam olunca farklı göründü nihayet gözüme. Bütün gün bir derdin, ağrın sızın vardı içinde. Ne olduğunu bilmiyor ve onunla baş edemiyordun. Korkuyorum diyordun bildiğin tüm dillerde bana, korkuyorum anne, ne oluyor anlamıyorum ve çok korkuyorum, diyordun. Beni bırakma diyordun, soğan da soysan beni tut, yürüsen de beni tut, kucağında tut diyordun. Yemek yiyemiyorum, su içemiyorum, bana neler oluyor bilmiyorum, diyordun. Bunu nasıl mı anladım, Hiç yemek yemeden, gözlerin kapanmak üzereyken ama kucağımda inmeye ödün koparken anladım. Kafanı göğsüme dayamak istedin, rahat edemedin, geri atmak istedin rahat edemedin. Yatağa koyayım dedim, istemedin. Ve bitap düştün kollarımda Kurabiye. Uyut beni yalvarırım, dedin bana. Ben anlamadım, anladığımda gece olmuştu.

Ertesi sabah çok halsiz, tatsız, Hayat abla'nın tespitiyle "huzursuz" kalkmış idin. Ben uzaklarda daha da huzursuzdum. Naptı, iyi mi diye yokladım sizi, düzeldin çok şükür uzatmayayım.

Benim seni aylar sonra hiç anlamadığım bir yeni gün oldu. İçimdeki dışımdaki her bir yanımdaki hayvanın ininden çıktığını gördüğüm bir gün oldu. Sen huysuzlandığında ettiğim duaların çoğunun benim için olduğunu hatırladım yine. Sakin olabilmek için dua ettiğimi hatırladım. Olamadım Kurabiye. Yaptığım, içimden geçirdiğim, tutup güzel saçlı teyzeye "sakın sakın çocuk yapmayın, bugün yapmayın en azından" dediğim her bir söz için özür diledim yine senden, benden, bizden. Ofis tuvaletinde ağladım üstüne, içtiğim sigaranın yaktığı genzimle kendimden az biraz daha huysuzlanıp ağlayıverdim biraz.

Sonra Hayat abla, "çok şükür daha iyice" dedi, "okudum, üfledim, yedirdim, içirdim, daha iyice" dedi.

Sen bana bakma, dünyanın en tatlı, en sarı saçlı, en güzel gözlü, en "mıisş" kokulu çocuğu olmaya devam et. Ben mi, ben "anne" dediğin bazen de "siıbee" dediğin şeyim. Kıvırcık saçlı ve çoğu zaman fena halde karışık kafalı bir kadınım. On numara değilim ama sana bayılıyorum.

Dünkü hayvanlıklarımın her bir ilmeği için,  tüm köprülerin boyu kadar özür diliyorum...


27 Nisan 2016 Çarşamba

İkiyüzaltmışbirinci gün

Nisan bitiyor be Kurabiye. Halbuki çok severim ben bu ayı, hani cici şeyler olmadı mı dersen oldu aslında. Ama daha da çok olsun istiyor insan sanki. Neyse, var daha günleri. Yazalım çoğaltalım o zaman, değil mi.

Cici bir annecik daha bu günlüğü kitap yapmalısın, dedi bana. Pek keyiflendim. Üç beş kişi okusa da bizi, beğenen beğeniyor herhalde,demek lazım, değil mi... Baban doğum günü hediyesi yapmak istemiş bana, bakalım bir gün nasip olur, eline veririz belki senin, yani kitabı...

Sen bugün, çatalınla, son derece usturuplu şekilde çilek ve kiraz yedin. Ağzına götürebildiğin her lokmada, kendine gülümsedin. Ödüllendirdin kendini, keyfini çıkartmasını bildin, hayat boyu da öyle olur umarım.

Bugünlerde beni çok eğlendiriyorsun sen. Bu tüm kapıları uzanıp açan, bacak arama kafanı sokup saklanan ve kaşık çatal kullanan halin bir hoş ediyor beni. Sana sık sık "şuracıkta sevişebilir miyiz, hm?" deyip, burnumu ensene dayıyorum, ya da yanaktan bir kesme alıyorum. Deli miyim neyim, çocukluğuma mı inmeliyiz, bilmiyorum. Yo korkmana gerek yok benden, ama çok güzel kokuyorsun ve bir yerlerde okumuştum, annelerin bu garip halleri arada bir olabilirmiş. O arada bir, bu arada bir herhalde. Yani geçer gider, merak etme. Ama şu aralar, bildiğin en eğlenceli hobim sensin. Dışarda olmana ne gerek var kadın, en güzel film senin evinde, burnunun dibinde, der haldeyim.

Öpüyorum seni kollarımın arasında uykuya dalan yanaklarından Kurabiye...

24 Nisan 2016 Pazar

İkiyüzellisekizinci gün

Bizim bir martımız oldu. Yani ya da iki martımız oldu, birbirlerine çok benziyorlar çünkü.

Mutfak camımıza gelip, senin elmalı kurabiyelerinden yiyen bir martı hem de. Korkusuzca cama gelişi, ağzına layık lokma için cama tık tık vuruşu, senin ve tabi benim şaşkın şaşkın ona bakışım, sonra benim bir kurabiyeyi sana, diğerini bu elemana verişim, çok yeni benim için. Ailemize katılan martıdan dolayı mesudum...

Aile demişken, sen gördüğün her kedi ve köpeği sevmek, ellemek istiyorsun. Bizim mahallenin kedileri de çok insancıl, hiç kaçmak nedir bilmiyorlar, ama ben korkuyorum sen onları elleyince mikrop filan kaparsın diye. Sonra tasmalı bir köpeği sevmek istedin bugün gayriihtiyari. Sahibi dedi bir şeyler de anlayamadım ben, meğersem çocuk sevmiyormuş köpecik. Gel dedim Kurabiye, daha öğreneceğin çok şey var senin. Senin kadar şirin bir çocuğu bile sevmeyenler olabiliyor diyeceğim ileride sana. Onları anlamayacağız ama bir şekilde kabul etmesini, bazı şeyleri akışına bırakmasını bileceğiz, diyeceğim. Ama sonra diyeceğim...

Bugün bir yerde biraz senden bahsettim. İçimizdeki çocukla buluşma ayiniydi diyelim. Ben hem içimdekiyle, hem de evimdekiyle buluşmaya çalıştım. Senin yapabildiğin ama benim yapamadığım şeyleri düşündüm sonra. Sen benden çok daha kolay gülüyorsun, hem de öyle böyle bir gülmek değil, tüm yüzünle gülüyorsun, böyle insanın içini ısıtıyorsun. Seni gördükçe senden sebeplenip ben de gülümsüyorum. Kırmızı saçlı teyze haklı olabilir mi acaba diyorum sonra, sen doğmadan önce pek nemrutmuşum ben, öyle diyor o. Senden sonra güller açmış yüzümde, olamaz mı olabilir Kurabiye...

Sonra sen kaydıraktan kayabiliyorsun. Ben ayıp olur, laf söz olur, ha bir de popom oraya sığmaz diye yapamıyorum. Üstelik sen kucağa alınıp hop diye kaydırak tepesine çıkartılabiliyorsun da, ben artık beni kucağa olacak yiğit kalmamıştır diye oraya da çıkamıyorum iyi mi...

Açık alanlarda bacaklarımı yerde aralayıp, ortasından baş aşağı geriye bakamıyorum bir de. Sen şahane yaptın, en son havaalanında. Çok özendim sana ve ters yüz gördüğün tüm dünyaya. Ne zaman danslı bir egzersizim olsa ve içinizden ne geliyorsa onu yapın, deseler, ben hop bacak arasından başaşağı bakıyorum dünyaya.

Sonra sen, ağzından sular fışkıran kaplumbağanın tepesine çıkıp, suyu avuç içlerinde tutmaya çalışıyorsun, ona da çok imreniyorum...

Ben senden bayağı bir sebepleniyorum aslında Kurabiye. Senin çocuk yanların bana çok ama çok iyi geliyor annem. Kim ne derse desin, baban ne derse desin, ben sana baktıkça, seni düşündükçe hiçbir zorluk, sıkıntı, üzüntü görmüyorum. Safi çocukluk, safi tazelik, safi coşku, safi renk görüyorum. Seni bize bağışlayan Allah'a şükran, sana uzun ve sıhhatli ömür...

Bir de tatlı ve kesintisiz uyku...

Öptüm seni tombik yanaklarından, minik burnundan, güzel gözlerinden, ben böyle dedikçe keyifle inleyen yerlerinden...

23 Nisan 2016 Cumartesi

İkiyüzelliyedinci gün

Sevgili Kurabiye,

Sen bir asabisin bu ara. Hem neşeli, hem de asabisin. Seninle İzmir'e gezmelere gittik biz. Amerika'dan gelmiş mini mini bebişi sevdin sen, kediler sevdin, yandan yandan güldün kısa saçlı ablaya...Havaalanlarında, kocaman yerlerde deli deli koştun durdun.

Asabiyetin biraz gezmelerle ilgili sanki. Ne zaman eve girsen, ya da bence gezme arkadaşı olarak bellediğin benden uzak olsan, o zaman basıyorsun yaygarayı... Hani gezmek diye tutturup, sokağa çıktığında alkış yapmıyor musun, göğsüm kabarıyor ne yalan diyeyim. Anasına çekmiş diyorum.

Tüm bunların yanında, büyümüşün yine kaşla göz arası sen. Çatalla, yani bildiğin normal çatalla çilek yiyebiliyorsun mesela. Kaşığı ağzına götüremeyen adam, şimdi öyle dişli dişli çatalları soku soku veriyorsun ağzına tu tu maşallah...

Lokum oldun yani aslında Kurabiye.

Öptüm seni.

14 Nisan 2016 Perşembe

İkiyüzkırkdokuzuncu gün

Niyetlenip yazmadığım, yazamadığım günler oldu. Hadi bugün onlardan biri olmasın, ötekilerden biri olsun.

Anne birazcık şarap içti, birazcık da cipstir, peynirdir, eriktir, leblebidir yiyor. Yani sağlıklı beslenme adına ne biliyorsa hepsini bir bir uyguluyor.

Sen mi, sen Hayat Abla sayesinde artık "hayır" , "evet" ve "çok" diyebiliyorsun. Ben ise sana "mis" koktuğunu ve baban dediğin adamın adının "Meet" olduğunu öğretebilmiş haldeyim. Dahası da benden çıkar mı emin değilim.

Sağın solun ve hatta göz bebeklerin kızardı bugün. Yemeğini yemedin, ben de hafif arıza bir kadın oldum. Ki hani hiç mi hiç arıza değilimdir, tatlı mı tatlıyımdır, falan filan.

Aslında kendime göre çok iş de gördüm bugün. Seninle uğraştım. Yarınki İzmir seyahatimiz için bavul yaptım, ütülenmiş çamaşırları yerlerine kaldırdım, seni yıkadım, kendimi arada eh işte yıkadım, biten çamaşırları astım ve hepsinin üstüne çok lazımmış gibi babana bırakmak üzere yemek yaptım.  Ha tabi bir de üstüne seni uyutup, yorgunluk şarabı koydum.

Ama asıl yazma sebebim, bu saçma detayları sana demek değil. Napıyım ben bunları be anne, dicen biliyorum okuduğunda, Dur bi sakin ol. Gelicem asıl olduğunu sandığım mevzulara.

Tuhaf şeyler oluyor şu ara, bana ve etrafımdaki birkaç insana. Gözbebeklerime bakıp birileri ağlayınca misal, hafif dağılıyorum ben. Bu sen olsan da böyle, başkası olsa da böyle. Ağlayanlar oldu evet, beni dumur ederek ağlayanlar oldu. Sonra bir kadın bir toplu taşıma aracında fenalaştı. Önce "geçecek" dedi kırık Türkçesiyle, sonra bağırmaya başladı "ölmek istemiyorum!" diye, sonra birisi kendince telkin etti onu, sesini bastırarak bağırdı "ölmeyeceksin, ölmeyeceksin merak etme!" dedi. Kadın orada o gün ölmedi. Bu hepimiz için iyi bir şey mi oldu, yoksa gerçekten birilerimiz vadelerinin o gün orada çok yakınından mı geçti bilmiyoruz. Nitekim bu şehir hiç tekin bir yer değil artık. Her an her yerde pekala ölebiliriz, bir bomba ya da bombacı ile. Ya da birilerine çekilen bir tabanca veyahut bıçak ile. Seçme şansım olursa ya da varsa, seninle burada yaşamak istemiyorum aslında. "Merhaba" derken bu kadar tereddüt etmediğin, ne bileyim vapurdaki çay taşıyan amcanın bile seni kazıklamaya çalışmadığı, kendinden birazcık daha memnun insanların yaşadığı bir memleket ile değişebilirim buraları pekala.

Diğer insanlara olanları açıkça yazamıyorum buraya, onların özelleri diye. Ama hayat tuhaf bir şey Kurabiye. Ve sanki aynı kartları dağıtmıyor herkese. Ben mi, ben seni öpmeye bayılıyorum. Bugün bir babaya demiş bulundum. Onu öpmeyi, onun beni öpmeyi sevdiğinden sanırım daha çok seviyorum, dedim. Ne saçma bir cümle, ne bileceğim senin neyi ne kadar sevdiğini, ne hissettiğini. Ama mest oluyorum seni öperken. Öyle babana, ona buna da benzemiyor seni öpmek. Bambaşka bir şey oluyor.

Sen artık topunu alan çocukları göre göre, saklıyormuşsun topunu onları görünce. Ne diyebilirim ki sana, her gelene, her ver diyene topunu verdin de noldu; topu alıp gitmediler mi, sen saf saf beklemedin mi senin onlara verdiğin gibi onlar da sana versin diye. Ama vermediler, ta ki anaları bakıcıları kafalarına vurana kadar. İnsanlar bencil Kurabiye. Vermelerin, en az almalar kadar güzel ve hatta almalardan daha güzel olduğunu bilmeleri zaman alıyor. Sen belki tüm çocuklar gibi doğuştan biliyordun, ama karşına çabuk unutan birileri çıkınca, sana da öğrettiler yepyeni şeyler, unutturdular ezberini. Hayat Abla mutlu topunu kaptırmadığın, ona sahip çıktığın için. Ben dönüşümünden korkar haldeyim. Topunu her isteyene veren Kurabiye'den, topuna hangi el uzansa onu köşe bucak kaçıran adama dönüşmenden. İleride severken de korkma bu kadar olur mu, hayvanlar çıkabilir, sen açık yürekli olmasını bil, seni dönüştürmelerine çok da izin verme.

O topun, hepimiz tek başımıza oynadıktan sonra hiçbirimize faydası yok, beraber yaptıkça dönüşüyorsa, çoğalıyorsa bir şeyler, o zaman güzel hepsi.

Gerisi, gerisi ezberi çok iyi bilinen çok okunur ve çok satar ve çok sıkıcı bir tefrika Kurabiye. Tefrika mı ne, geliriz ona da bir gün..

Öptüm seni, sana yerli yersiz kızıp bir yerlerini kızartsam da sıka sıka, küs müyüz anlamak için "beni ne kadar seviyorsun?" dediğimde sana, "işte bu kadar!" diye kollarını kocaman açtığın için, öptüm seni öpülesi her milimetrenden.

Özür dilerim; sana kızdığım, kendimi kaybettiğim, oranı buranı kızarttığım için, özür dilerim. Anne olmam, hayvan olmama mani olamıyor, özür dilerim senden küçük adam.

Mis kokulu, patates yanaklı, ben böyle dedikçe keyifle inleyen adam, binlerce şükran sana...

Annecik

7 Nisan 2016 Perşembe

Artı ikiyüzkırkikinci gün

Bugün benlik ne var elinde dersen, yine sana mı bana mı olduğu pek de belli olmayan bir yazı olacak. Ama madem sen henüz konuşamıyorsun, bense hem konuşup hem yazabiliyorum, o zaman ben diyeceğim, sen dinleyeceksin.

Vapura son binen insanların üzerine yerleşen o "bir şeyleri başardım, yanıma kâr kaldı!" hissiyle tanıştım bugün. Vapura ayağını attıktan hemen sonra ardından otomatik merdivenin kapandığı şanslı yolculardan biri oldum. O şevkle denizi en güzel gören yere çıktım oturdum.

Sonra bu şehirde görmeyi en sevdiğim arkadaşlarla buluşmaya doğru yola çıktım. Yolculuğun kendi de, beni onlara götürmesi de, Kadıköy'e yaklaşması da ayrı güzeldi. Tadını çıkardım kendimce.

Tabi bunlar hep baban sana evde bakarken oluyordu, buralarda bir yerde onun da hakkını vermek lazım, demeden geçmeyelim.

Sonra ben bugün, yeni yeni pek bıcır, pek bir tatlı bulduğum ablanın listesinde ayın elemanı olduğumu öğrendim, pek keyiflendim. Arkadaşlarımdan sosyolog olanı bu küçük sevincime birazcık dudak büktü ama, ben derslere konu olmuş bir insanım. Küçük şeylerden büyük meseleler, vesileler çıkartabiliyorum kendimce, anca öyle devam edebiliyorum yoluma, çarkım öyle dönüyor, bilmiyorum başka türlüsünü.

Falımda da çıktı hem bugün. Benim hanem çok karışık Kurabiye, öyle böyle değil. Son anda yetişilen vapurun Kadıköy'e yaklaşırken köpürttüğü dalga gibi, iskelede buluşan üçü yetişkin beşi çocuk müzisyen gibi, ya da ne bileyim akşam yediğimiz hem mercimekli hem kıymalı gözleme gibi karışık... Ahval ve şerait bu iken, küçük şeyler keyiflendiriyorsa seni, orda durabilirsin azıcık tadını çıkarıp. Yani sanırım, yani birazcık.

2 Nisan 2016 Cumartesi

Artıikiyüzotuzdokuzuncu gün

Bir ay yazmadığım ya da yazamadığım hiç olmamış. Mesafe girdi günlükle arama. Kendince oldu bişiler arada derede. Elim gitmedi buralara, neyi nasıl yazacağımı, sana iz düşüreceğimi bilemedim diyelim. Şimdi de sökük dikmeyi deneyelim.

Sen büyüdükçe daha tatlı bir şey oluyorsun. Bir gün adam gibi göremeyince özletiyorsun kendini. Her ne kadar baban, dayınla başbaşa tatile gitmeme prensipte izin vermiş de olsa, bu ayrılık beni biraz bozar gibi geliyor.

Bu sabah, seni yataktan aldım, sardım sardım. Hayat abla baktı noluyor diye, dün akşam göremedim de özledim, dedim. İşime mi geliyor gezmek tozmak, sabahları da az sonra zaten seni teslim edeceğimi bilip sarmalar, bilmiyorum. Bazen gezmem, bazen gitmem gerekiyor, onu biliyorum. Dün de öyle akşamlardan biriydi.

Ananaslı kek yapabilen ve bir gün mutlaka Avustralya'ya gidecek abi çok iyi geldi bana. Gezdik, tozduk, içtik, konuştuk, dinledik. Kendi kendime ara ara düştüğüm yerden, kalkmama yardım etti. Yardım edeceğinden, daha doğrusu herhangi bir kimsenin o an, o gece bana yardım edebileceğinden emin değildim. Ama oldu işte. Şükran duymak ve gülümsemek için bunlar hep sebep...

Sana dönersek yine, Meeeeeeet diye bağırabiliyorsun. Çok ama çok güzel dans edebiliyorsun. Plak ve pikap hastasısın, sahaf neyin bulunca alıveriyorum sana plak, anlatacak kadar yüz bulduğum sempatik satıcılar olursa, şey bizim oğlan plakla oynuyor da, ondan alıyorum, diyorum. Biraz komik ama samimi oluyor. Ya da öyle sanıyorum.

Ben mi, ben her zaman iyi değilim. Neden böyle dediysem peşin peşin, ne bileyim. Ama sen, babanın en almanı istediğim ve aslında beni belki çoğu zaman en çok hasta eden yanlarını almışın gibi geliyor. Kendinden, kendiliğinden çok memnun bir adama benziyorsun. Yani böyle dünya yansa sırtın yere gelmez gibi, hani ne bileyim, benim gibi, dayın gibi buluttan nem kapmazmışın gibi. Aman öyle ol, dünyanın derdi çok, sen kendine yenilerine çıkartmakta baban kadar ketüm ol, ama annen kadar da mücadele etmesini bil gerektiğinde, olur mu. Yani inşallah.

Özetle, olan bitenler şunlar ki, büyüyorsun. Büyüdükçe daha ama çok daha güzel oluyorsun. Seninle sanırım Katmandu'ya gitmek istiyorum. Evet, yapalım bunu, olur mu.

Öptüm tombik yanaklarını, minik kulaklarını...

4 Mart 2016 Cuma

Artı ikiyüzonuncu gün

Bugün sana yazmak istedim çünkü bir kitap okuyorum. Aslında kitabı şimdi ikinci kez okuyorum. Bu bir yazı yazdırma kitabı. Yani yazarı, kitabın tüm hikayesini, kadının onca yıldan damıtıp yazdığı kitabı böyle özetlediğimi duysa içinde bir yerler ezilir, büzülür eminim. Ama senin için en hap özeti bu.

Uzun süredir yapmak istediğim, ama elimin geri durduğu bir şeyi yaptıracak kitap bana. Bir kalem ve kağıt aldırdı. Kitap boyunca birçok alıştırma var, her birini benim de yapıp yazmam gerekecek. Ve bunun hepsinin sonunda şifalandırmayı vaadediyor ve aslında şifayı bulunca hiçbir şey olmuyor diyor. Bu bir yolculuk, diyor. Her yolculuk bir değişim içerir, diyor. İçe doğru olan bir yolculukta, şifalı bir yer bulma ihtimalini barındırıyor yani vaadediyor kitap.

Peki bunlardan bana ne diyeceksin, hemen geliyorum. Geçen gün senin kısa bir filmini çektim, video yani. Orada sen yaklaşık 12 kilosun ve ben sana sanırım 2 kiloluk sıvı el sabununu banyoya taşıtıyorum. Hem çok komik göründüğün için, hem de davranışlarını, seçişlerini görmek için yapıyorum bunu. Ben sana taşı, deyince, sen bunu önce çok doğal bir şey gibi karşılıyorsun. Omuzlarına yüklediğim yükü, vardır bir hikmeti, benim omuzlarıma, hele de anam koyduysa vardır bir bildiği diyorsun. Ama nasıl denir kazın ayağı öyle olmuyor, taşıyamıyorsun. İki adım atsan ağır geliyor, suratının rengi şekli bir atıyor. Bu ne, diyorsun. Ben hiç alttan almıyorum, gülmüyorum, yardım etmiyorum, saymaya devam ediyorum. Hadi taşı, hadi getir, diyorum. Yeniden davranıyorsun, iki adım atıyorsun, tökezliyorsun, olmuyor. Ben hala yapmanı beklediğim için başka yollar deniyorsun, sabunu yere koyup iterek getirmeye çalışıyorsun, iki adım da öyle gidiyor. Yine yüzünde o kayıp bakış, olmuyor bu? hali... Zorlamıyorum daha fazla-yani aslında sabunu açıp halıyı batırmak üzeresin, o yüzden elinden alıyorum.

Bu video neden bugün aklıma geldi? Bunca yazdırmalı, içe döndürmeli bir kitabı yeniden okumaya cesaret ettiğim bir gün neden aklıma geldi? Onu da biraz anlatacağım ve hikayenin bugünkü kısmı tamamlanmış olacak.

Dayın uzak kuzey diyarlarında bu ara sürekli hasta oluyor. Yani vücudu takatsiz kalıyor, zayıf düşüyor. Yıllardır grip olmayan adam-yani olsa da yılda bir kere olan adam- bu ara sürekli hasta oluyor yatak döşek. Son anlatışında farkettim ki, hali iki kilo sabun altında ezilen sana benziyor. O minicik omuzlara, kaldırabileceğinden fazla yükü koymaktan oluyor belki de her şey. Belki de kendimize çoğu zaman-yani biz büyükler- biraz fazla yükleniyoruz. Her şey bizim elimizdeymiş gibi, her şeyi bir çırpıda değiştirebilirmişiz gibi, beni heyecanla uyandıran rüyamdaki gibi, camiden ayrılan minareleri elimizle tutabilir ve felaketleri -neyse artık felaketimiz- tek başımıza durdurabilirmişiz gibi.

Dedenin ara ara dediği gibi, "yağmuru durdurabilir misin?" Kurabiye. Cevabı basit aslında, durduramazsın. Her şeyi koyverelim demek de değil aslında bu. Kendimize bazen aşırı yüklenmeyi, ona haksızlık etmeyi bi bırakmalıyız demek. On iki kiloluk bir bebek-hoş ben sana bebek demiyorum genelde, soran eden olursa diyorum, bir de kıyafetlerini ortada bulup kendim giymeye çalıştığımda farkediyorum, çünkü bana olmuyor, aslında hırkanın kolu dirseğime kadar oluyor ve bu hal beni çok rahatlatıyor bu kısmı geçiyorum- iki kiloluk sabunu taşıyamaz. Bu durum, onu ne güçsüz, ne beceriksiz, ne asabi ne de kırık hayalli yapar. İki kilo sabunu verirsen eline, çocuk taşıyamaz. Taşıyamayınca ağlar, oynamıyorum ben, der, çeker gider ya da kucak ister. Çocukluktan çıktığımızı sanıp abla, kardeş, ana, baba, karı, koca, sevgili, arkadaş, dost olunca da bunu unutmamız lazım.

Taşıyamayacağımız, boyumuzu aşan yükler, sular, dalgalar üzerimize geldiğinde, bazen olanı olduğu gibi kabul etmesini bilmek gerek belki de. Akıntıya yüzmektense, hayatın bazen -ama bazen- bizi alt etmesine izin vermek lazım belki.

Belki sadece gündelik şeyler vermeli bazen hayat, bazense çok daha mühimlerini...

https://www.youtube.com/watch?v=pxu_lAXmMVY

29 Şubat 2016 Pazartesi

Artı ikiyüzyedinci gün


Bu foturaf olmasaydı bugün yazmayacaktım sana. Aslında böyle deyince, önce bir adım sonra çok adım geri gitmem gerekecek.

Günün birinde illa ki Avustralya'ya gidecek olan ve ananaslı kek yapabilen abi bu foturafı o gün çekip, bugün bana göndermeseydi, ben bunları yazmayacaktım.

"Her şey bir sebep için olur" gibi bir söz var şu günlerde sevilen. "Her işte bir hayır vardır" da denilebilir ya da ne bileyim, "vardır bir hikmeti" denilebilir. Hem sever, hem sevmez idim bu lafı. Sevmenin anlamı olmayacağına dair çok anlamlı bir yazı okumuştum misal yakın zamanda. Her şey bir hayır için olmaz, diyordu yazıda. Bazı acıları, başka bir hiçbir sebebe, ona buna bağlamadan, geldiği gibi ve ağırlığınca yaşamak gerekir, belki de asıl aşılması gereken eşik budur, diyordu özetle.

Bizim hikayemiz bu kadar uzun boylu değil evet, ama bugün bu foturafı gördüğümde, içimdeki birçok minik adam ve kadın -onlar sana bazen bahsettiğim orman cinleri oluyor, hani minik boylu, kırmızı yanaklı ve kırmızı huni şapkalı- aynı şeyi söyledi. İşte olan her şey, tam da bu gece, kimse için değilse bile senin için kadın senin için, küçük çaplı bir tarih yazmak için olmuş, dedi. Anlatıyorum şimdi dilim döndüğünce.

Üzerindeki kırmızı yeleği, Almanya'da yepyeni bir hayata gözlerini açmaya niyet eden ve çok konuşup çok gülen bir abla hediye etti sana. Elindeki kırmızı toplu davulu ise ben sana, bu şehirdeki en sevdiğim parktan aldım. Yanımda sen vardın aldığım gün, ama ne aldığımı anlayabilecek, anlamayı bırak, elinde tutabilecek kadar bile büyük değildin. Yanılmıyorsam senli ilk uzak gezmelerimizden birisiydi ve şansa bak ki, şehrin en sevdiğim parkında o gün şenlik vardı, havada bir bayram havası. Bu oyuncakları da, tüm biricik oyuncakları kendi yapan bir abiden aldım ikimiz için. Ve zamanı gelince, eline aldın çok sevdin onu. O gün arabada o minik davulu yeniden bulmasaydın, bu foturafta olmayacaktı.

Mimozalar, buralarda vakit mimoza vakti. Benim ayağım sakat. Ayağım sakatlanmasaydı, foturafın çekildiği yere bir hafta önce gidecektik. Bir hafta önce gitseydik, henüz mimozalar çıkmamış olacaktı ya da en azından ben mimozaları almak için görememiş olacaktım. Çünkü bu hafta, ayağım sakat olduğu için evdeydim ve mimozaları satan çiçekçi ablaları görebildim. Ama bununla da bitmiyor tabi...

Kıvırcık saçlı olup, kum gibi, tuz gibi bir şey olan bir abi, üzerinde çalıştığı ilk kitabını bana okumam için vermemiş olsaydı, ben sakat olduğum hafta o kitabı okumak için kahveye gitmeyecektim. Ve dolayısıyla kitabı kahvede bitirip, türlü duygu ile sonrasında yolda yürüyor olmayacaktım. O türlü duygu bana köşedeki çiçekçiden, ederinin iki katına iki demet mimoza aldırmayacaktı belki.

Ve hatta üstüne, eve vakitli gelebilseydim o akşam, mimozaların birini sana bu kadar iyi baktığı için şükranlarımın bir parçası olarak Hayat Abla'ya verebilecektim. Birini ona verince, belki diğerini bana saklayacaktım ve ertesi günkü kahvaltı ziyaretine götürmeyecektim.

İşte eğer her şey böyle olsaydı, o zaman bu bendeki muhteşem foturaf karesi hiç olmayacaktı.

Ve bu yazı hiç yazılmayacaktı.

Ama sen hep büyü Kurabiye. Devler ve cüceler ülkesinde yerimiz değişene kadar büyü, uzun yolun boyunca.


25 Şubat 2016 Perşembe

Artı ikiyüzdördüncü gün

Canımın içi,

Sana bu satırları yazana dek bile hup diye aklımdan yazdım bitirdim ben bu yazıyı. Şimdi sakinleşip, tane tane sana da anlatabilmem lazım.

Çeşitli açılardan renkli günler geçiriyorum. Ama sana haksızlık etmeyerek, senli benli kısımları anlatacağım.

Bugün yine bir hareketinle afallattın beni. Yatağa doğru hoplayıp zıplarken, elini sıkıştırdın, canın yandı, yüzün ekşidi. Elini bana uzattın, öpmemi istedin. Öptüm ve geçti. Öpiyim geçsin dememe gerek kalmamıştı, geçen aylarda okuduğum ve kalpten benimsediğim bilimsel yazı kendini doğrulamıştı. Öpmek geçiriyordu ve sen bunu çoktan öğrenmiştin, öptüm ve geçti ve sustun. Bu insanlık için küçük, benim için büyük hareket beni pek afallattı. Allahım, dedim, bu çocuk ona neyin iyi geleceğini biliyor, kendi kendine yeten-en azından ne istediğini bilen- bir çocuk olacak. Şaşkın ve artık hafif mavi saçlı bir annenin saçmalamaları olarak da alabilirsin tabi.

Bu aralar, seni gözlem işini daha bir ciddiye aldım. Hm, bunu şöyle yapıyor, demek ki şöyle olacak, diyorum. Ve kafamda hop bir kırk yıl sonraya gidiyorum, yok kırk çok oldu, kırk olsa ben o hayal ettiğim cümleleri düzgün şekilde kuramam muhtemelen, çok yaşlı olurum. Otuz yıl diyelim en iyisi. Bir otuz yıl sonra, yani sen otuzbir bense altmış küsür yaşımdayken "küçükken de böyleydin sen" diyebileceğim şeyleri biriktirmeye başlayabilir miyim, heyecanındayım yani. Allahım ne kötü ve uzun cümleli bir tarif oldu ucunda olduğum şeyi anlatmak için.

Yani aslında, sen canın yanınca, canın yanan yeri öpmem için bana uzatıyorsun, ve öpüyorum ve geçiyor. Olağan üstü, değil mi? Öpeyim geçsin. Öpelim ve hepsi puff geçsin. Mümkün mü? Neden olmasın? İstedikten, inandıktan sonra, neden olmasın? Senin minik yüzündeki buruşmuş ifadeyi, gülümsemeye dönüştürebiliyorsa, neden başka şeyleri de dönüştüremesin?

Tabi buradan, senin halı sahadaki beyaz direkleri öpmeye çalışmana geçmek istemiyorum, ama belki sen de onları iyi etmek istiyorsundur. Ama bunu pek yapmanı istemiyoruz, hastalanmandan ve sana deli demelerinden endişe ediyoruz.

Mavi saçlar demiştim, bak ben böyle bir şey oldum, aslında bu kadar mavi değilim, yani sen aslında hiç sallamadın bendeki değişikliği, ama olsun, belki zamanla daha bir alıcı gözle bakarsın, hm güzel olmuş dersin. Şimdilik, öpücüğümün gizli gücündeyiz ki bu da bana yeter artar.

Benim bu pek değerli mecradaki yazılarımı derleyip bir kitap yapma hayalim vardı, hayalim kabına sığmadı, tuttum dedim bir yayınevine. Kibarca reddettiler beni, baban dedi ki her usta sanatçı ilk başlarda defalarca reddedilmiş, yenilme vazgeçme, en kötü neyse parası bastırır, çıkartırız kitabını, sıkma tatlı canını, dedi. Öte yandan kim napsın benim üç kişilik dünyam etrafında dolanan uçurtma tozu kılığındaki not düşmelerimi. Ama başka bir yandan öyle anneler var ki güzelim, kadın ne yazsa altında üçbin kişi "çok beğendim!" yazıyor. Durmasını bil çekirge, diyorum şimdilik kendime, üç kişi beş kişi senin harcın, sus otur ve yazmaya devam et diyorum.

Sonra bugün babanın çocukluk fotoğrafını gösterdi babaannen. Artık reddemeyeceğim kadar çok benziyorsunuz birbirinize. Ne bekliyordum ki, diyorum sonra. Armut dibine düştü işte. Babaanne kimbilir ne hissediyor diyorum bazen. Oğluna bu denli benzeyen bir oğlan doğurmuş bu kadın için. Gelin sınıfına giriyor, ama esse de gürlese al işte oğluşunun tıpkısının aynısını doğuruyor.

Artık klasikleşen temennimiz ile bitirelim bu mektubumuzu da o zaman tombik yanaklım. İyi huyluluğunu, huzuru babandan; gezen tozan, yiyen, içen yanlarını anandan alasın....

Öptüm seni mimimimi diyen dudaklarından...

22 Şubat 2016 Pazartesi

Artı ikiyüzbirinci gün

Cemre ertesi bugün. Hava çok güzeldi, sen de çok güzeldin Kurabiye. Belki milyonlarca anne gibi, ben de sana yani kendi oğluma aşık olma durumumdan endişe ediyorum. Bu bahar, bu senin büyüyen hallerin, bu üzerime atlayan, bu benle yataktan çıkmak istemeyen, bu arada göbeğimi açıp üzerine yatan hallerin, bu gel bi öpiyim dediğimde getirip boynunu dudaklarıma bırakan halin beni bir hoş ediyor.

Ele kola geliyorsun artık, baktım uyumuyorsun Hayat Abla'da, ver bana alayım dedim, kaçırdım seni bizim odaya. Alt alta üst üste debelendik yatakta, hani liseli aşıklar gibi diyeceğim, ki olmadı öyle bir lise hayatım. Ama ne bileyim, bi değişiyor sanki duygularım tarifi zor. Pipine bile bakıp ne güzel yarabbim, dediğim olmuyor değil. Babana da gösterdim geçen, ne güzel değil mi bak, dedim. Bana bir garip baktı, manyak olabilir miyim annecim? Utanacak mısın bunları okurken? Ya da ben utanacak mıyım insanlar okuyup gülerken?

Yoksa oğlu olan anneler, hakkatten yau, bizimki de çok güzel mi diyorlar? Yoksa birileri öne atılıp, ne münasebet, benim kocam daha guzel, siz aşksız kalmış, kurumuş kadınlar sürüsü, kendini oğluyla tatmin etmeye yeltenen sevgi fukaraları mı diyecek. Bilmiyorum. Öyle miyim, yok değilim.

Ama garip bir anı yokluyor bazen beni. Sen henüz yoktun ortalarda, ben bir kitapçının üst katında çocuk kitapları bölümünde kitap karıştırıyordum minik çocuk sandalyelerine oturmuş. Cüceler ülkesinde bir dev olarak. Bir anne oğul geldi yanıma, konuşmalarının başını hatırlamıyorum; bir yerde kadın, çocuğun yüzünü kendine doğru çevirdi ve tane tane bir şey söyledi gözlerinin içine bakıp. "Seni çok seviyorum ben" dedi. Bir adama söyler gibi, daha doğrusu bir adama söyleyemez ya da söylemez de bir başkasına ondan der gibi, böyle ben sevmesini biliyorum ama bir sen hakediyorsun sevilmesini, der gibi. Nedense o gün kadının o hali bana bir şekilde çok zavallı gelmişti. O gün mü haklıydım, doğruydum yoksa bugün mü, bilmiyorum aslına bakarsan.

Şu ara, hayatımdaki birçok şeyden çok daha on numara, çok daha tatmin edici, çok daha kocaman gülümsetici ve tat verici geliyorsun bana. Mutsuz değilim, öyle kalmasın aklında, ama seninle daha mutluyum. Bir anne bir gün demişti, çocuğu olmadan bir gün geçirdiğinde kendini eksik hissediyordu, gözlerinde öyle bir korku ile söylemişti ki bunu, şaşırmıştım. Nolur birkaç gün görmesen tadında bir şeyler demiştim, o da eksik kalırım demişti. Eksiklik, varlığınızla oluşan bir şey bu. Başka şeylerin eksikliği değil, bacak kadar boyunuzla sizinle açılan bir gedik. Varlığınız, yokluğunuzu öğretiyor. Ve sevgi sözcükleri daha kolay dönüyor o zaman dilimizin ucunda.

Bugün ve dün ve evelsi gün çok öptüm seni. Ve annemi hatırladım. Çocukluğumda beni ne kadar çok öptüğünü şapur şupur. Yıllarla unuttuğum bir şeyi, seni kendimden geçerek öperken hatırladım. Ve belki dedim, o öpüşler hazırladı beni hep hayata. Belki annemin verdiği en ama en büyük hediye onlardı, sevildiğini hissetmek. Çok güzel olduğunu, en azından birisi için çok özel olduğunu, değerli olduğunu, şu dünyada en azından birisinin kıymetlisi olduğunu bunca dolaysız bir yol ve küçük bir akıl iken hissetmek. Bu his, sonraki birçok zorluğa, darboğaza hazırlıyor belki de insanı.

Ortalık çok karışabiliyor büyüdükçe, benim bayıldığım hayalarına tekme atan hain çocuklar olabilecek mesela, ya da suratına tokat atmaya kalkacak kızlar, sonra işte ayağını kaydırmak isteyenler, sonra elinden paranı almak isteyecekler, sonra hele bu memlekette doğru bildiğin onca şeye yanlış diyecekler, sana hain diyecekler olabilecek.

Her şeyden, hatta belki birçok şeyden koruyamam seni. Hiçbir zaman da bu iddiam olmadı, en çok bu yanını seviyorum anneliğimin. Çapını bilen halimi diyelim. Ama yanında olacağıma inanmanı istiyorum, sen istediğin müddetçe ve en az senin istediğin kadar yanında olacağım. Bana bugünkü kadar şevkle sarılmayacaksın ileride, biliyorum, seziyorum. Ama bugünümü bana verdiğin için, sana minnettarım. Gözlerin beni görünce bunca güldüğü için, seni onlarca defa öpmeme izin verdiğin için, bana sarılıp yattığın için, kucağıma çıktığın için, yaylı yatakta popona vurdukça kollarını sallayıp ritm tuttuğun için, sana minnettarım.

Büyüme demeyeceğim, ama her gününün tadını çıkarabilmem için bana yol göster Kurabiye...

21 Şubat 2016 Pazar

Artı ikiyüzüncü gün

Bugün cemre düşmüş Kurabiye, önümüz bahar. Hani bugünün halinden pek öyle gelmese de insana, cemreler yalan söylemez, bilmez ki söylesin. Demek ki bahar yakın. Ama ben sana başka şeyler anlatacağım.

Benim ayağımı alçıya aldılar annecim, aslında şöyle güzel bir foturafımız olsun istiyorum şu halde birlikte. Geçecek gidecek, sonra hangi ayağım olduğunu bile unutacağım, ki daha önce de olmuştu, ve hatırlamıyorum. Yok canım, benim şaşkınlığımdan değildir, yoksa ondan mıdır?

Sen o kadar akıllı ve tatlısın ki, değneği elime alıp "bana yardım et, yürüyemiyorum" dediğimde, elindeki işi bırakıp, gelip elimden tutuyorsun. Beni istediğin bir yerlere götürüyorsun, hatta bir keresinde bu yolculuğu daha eğlenceli hale getirmek için ucunda kurdela olan büyük arabanı da tuttun elinle, o da geldi bizimle. Sen ne zaman değnekle beni görsen, elindeki işi bırakıp koştun yanıma. Birbuçuk yıllık, yok karnımdaki kısmı da sayalım değil mi, iki yıllık tanışlığımızın en gönül dolduran anlarından oldu bunlar. Kendimi çok daha yaşlı hayal ettim, hani gerçekten yürüyemezken, Belki dedim, o zamanlarda da bayramlarda gelir Kurabiye el öpmeye, el öptürmeye onun miniklere. O zaman da tutar belki elimden, kolumdan, dedim. Pek keyiflendim. Hani seni sırf bundan yapmadım ama pek keyiflendim, ne yalan diyeyim.

Sonra sen yine bugün kendince bir devrim yarattın içimde benim. Türlü sebeple canım sıkkındı tüm gün. Bu adam gibi yürüyememe hali de sıkıyor canımı, ben evlere kapanacak kadın mıyım diyorum, sonra sus otur, Allah daha büyük dert bela vermesin, diyorum. Ama darlanıyorum işte napıyım. Yatakta seni uyutmak için yaklaşık bir saat debelendikten sonra, vazgeçmiştik bu uğraştan. Baban bizi yalnız bırakmıştı odada, ben duvarlara bakıp kendi meşhur anlamsızlıklarımı düşünüyordum ki, sen çıkageldin. Göbeğin sarkan çizgili body'in ve dar gelen pantolonunla, ucu sopalı helikopterini, sopanın ucundaki koca kırmızı yuvarlağını ağzına alıp geri geri çekmeye başladın. O kadar ama o kadar komik ve komik olduğunun farkında görünüyordun ki, kahkahalarla güldüm sana. Ben güldükçe keyiflendin, daha da çok yaptın. Ağzına nasıl sığdığını anlamadığım, hani ne bileyim belki zarar verebilecek, dudaklarını boyayabilecek kocaman yuvarlak kırmızı tahta topu ağzına alıp, kollarını iki yanda sallayıp, helikopteri ağzınla çektin bir ileri, bir geri. Ben güldükçe, ne dertleniyon aney, dedin. He be oğlum, dedim. Senin kadar komik bişi varken buralarda, dertlenmek de neyime.

Sonra baban geldi gördü seni, o da kahkalarla güldü haline, halimize. Yani canımcım, senin aslında sırf sen olan yanların, yetti günü kurtarmaya. İyi ki varsın güzel tombik yanak ve koca göbek. Bana bazı şeylerin ne kadar da güzel olduğunu anımsattığın için şükran sana.

Kakaların ve dansların hep bugünkü kadar çok olsun güzel çocuk. Seni seviyoruz.

NOT: Sen dün ilk çiğköfteni yedin, acıdan yüzün gözün kızardı birazcık, ama daha çok verin, istiyorum, dedin. Babanın yiyemediği çiğ köfteyi sen yedin annecim. O zaman emin oldum benim oğlum olduğuna. Gelsin ziyafet sofraları, acılı şalgam suları, gurme turları...

18 Şubat 2016 Perşembe

Artı yüzdoksanyedinci gün

Bugün daha iyicesin. Yani öyleymişsin, ben seni yine ayık göremedim, bugün de geç geldim. Gelirken de ayak bileğimi burktum, şimdi korku içinde sarılı ve dikili ayağımla bu satırları yazıyorum. Daha kötüleşmesinden endişe ediyorum, daha önce kötüleşmişliği var, bu defa inşallah olmaz.

Baban tatlı bir insan Kurabiye, böyle beni idare edip, çekip çevirmesi sanırım çok hoşuma gidiyor. Yani sokaktan geliyorum bilek davul, hiç vir vir etmiyor, buz alıp ayağımı ovuyor, sonra merhem sürüp sarıyor, şimdi de buzluktan rica ettiğim mozaik pastayı alıp ağzım tatlansın diye bana kesiyor. İyi huylarını ondan, gezip tozan, eğlenip çoşan yanlarını benden alıcan unutma. Bunun tersi tam bir felaket, onları almanı katiyen istemiyoruz. Yani babanın asosyalliğini ve annenin cadılığını alırsan, evlere ve tüm kaplarına zarar bir adam olup çıkarsın, kimse seni sevmez, sevmediği gibi herhangi bir yerde cimciklemek için sürekli fırsat kollayabilir, sakın unutma.

Bugün naptın peki bana bakmadın da diyeceksin belki, anlatayım birazcık. Fiziken yanıbaşında olmasam da, ruhen öyleydim. Tabi sen bunları okuyup okuyup, görürsün sen madem öyle, diyecek olabilirsin. Bak annecik, ben fiziken yanında olmasam da ruhen dibindeyim ama Avustralya'da yaşayacağım bundan sonra, diyebilirsin. O zaman omuzlarımı düşürmek kalır sanırım bana, ama yok belki de yapmazsın.

Neyse konuya dönelim. Birbirini tanımayan on kişinin bir abla etrafında pat diye konuşmalarına şahit oldum bu akşam. Ben de konuştum, ama hepimizin bunca kolay çözülmesi beni çok etkiledi bir şekilde. Ben işten güçten gelmişim, herkes kimbilir nerelerden gelmiş, neler getirmiş yanında. Ama herkes, kendini de öyle uzun uzun tanıtmadan ortasından girdi konuya. Ben ölüm hakkında şöyle düşünüyorum, böyle düşünüyorum. Şundan korkuyorum, şunu istiyorum, dedi. Ya çok susamışız konuşmaya, anlatmaya, birbirimizi duymaya, ya da ne diyeceğini, ne istediğini gerçekten bilip, içinde hissetiğinde bu denli kolay eyleme geçmek. İkincisi daha iyi geldi bana. Tabi tüm bunları düşünürken bileğimi burkup, minicik dünyamı aniden acıyla kararttım ama, yine de güzel bir geceydi.

Sonra dediler ki, beş yaşından öncesini hatırlamıyorlarmış. Sen geldin tabi aklıma, seninle onlarca anım var şimdiden, çoğu çok eğlenceli, seninle eğlenmek çok güzel bir kere. Ama sen bunların hiçbirini hatırlamayacak mısın sahi? O zaman iyi ki yazıyorum gerçekten, dedim. Belki bir gün merak eder, döner okur satır satır dedim. O okumasa ben okurum, hatırlarım dedim.

Bu akşam bir abla, hayatı nasıl geldiği gibi kabul ettiğini, öyle yaşadığını anlattı,hayat bana ne sunuyorsa onun şeklini alıyorum, onu olduğu gibi kabul ediyorum, dedi. Direnmiyorum, dedi. Sevdiğim adamla birlikte olmam gerekmiyor sevmem için, dedi. Hatta hiçbir sevdiğim insanla birlikte olmadım, dedi. Ölüm de böyle benim için, dedi. Ölümden korkmuyorum, ölüm fikrinden korkmuyorum, dedi. An'da yaşamasını biliyorum, dedi. Prag'da tavşanıyla yaşayan bu abla, sabahları saati çalmadığında, onu yıllar önce kaybettiği anneannesinin dürterek uyandırdığını anlattı. Onu görmediğini ama duyduğunu ve hissettiğini anlattı. Belki de haklıdır Kurabiye, zaman ve mekan dediğimiz kavramlar, sandığımız kadar da hakimi olduğumuz, kontrol edebildiğimiz alanlar değildir. Ben bunları an'da yazarken, ileride tarih olması ve aslında bir yerde gelecekte okunup tekrar yaşanması, en azından anılması için yazıyor olabilirim.

Özetle, seni seviyorum annecim. Yanakların tombikliği ve gülen yüzün hiç bozulmasın....

17 Şubat 2016 Çarşamba

Artı yüzdoksanaltıncı gün

Hiç yazmak istemiyorum aslında. Ama bir yandan da şimdi yazıp, ileride okumak istiyorum. Olan biten geçip gittikten sonra.

Hasta oldun sen. Çok mühim bir şey değil aslında çok şükür. Ama sanırım ilk defa böyle hasta oluyorsun. Arada olan ishal ve burun akmaları böyle etkilememişti beni. Yoğun bakım sürecindeki garip çaresizlik ve koca bir taşı yutmuşluk hissi bir ara yokladı beni, garip bir duygu. Karanlık bir mağarada, duvara dönük ve yalnız hissetmek gibi kendini. Bağırsan da, sussan da kimsenin duymadığı cinsten, garip bir tek başınalık.

Hayat abla aradı, gel dedi, gel doktora götür bu çocuğu. Güzel saçlı bir ablayla kahve içiyordum o sırada, panikle ona da söyledim, ağlayacağım sanırım ben, dedim. Çocuk bu olacak, dedi, Alışmalısın, dedi. Eve geldiğimde nasıl mahzun olduğunu gördüm. Çok halsizsin sen, dedim yüzüne karşı. Hayat abla kızdı, deme öyle yüzüne çocuğun, dedi.

Babanla seni aldık, doktora götürdük. Nedenini tam da anlamadıkları kızarıkların için şurup verdi, geçer birkaç güne, dedi. Uyku yapabilir şurup, endişe etmeyin, dedi.

Ve sen beş saattir uyuyorsun. Seni sokan böcekse ocakta közlemek istiyorum onu, yok o giydiğin pantolonsa şayet suçlu, makasla lime lime etmek istiyorum. Etrafta yıkılıp dökülen evlerden kalkan toz topraksa seni hakkatten ormana kaçırmak istiyorum, ama ormanda böcek var, ya asıl suçlu böcekse, o zaman ne olacak? Birkaç gün evden çıkmasın dedi doktor, doktorluğundan şüphe ettim adamın, ama elim kolum bağlandı. Açık hava iyi demez miydik hepimize, çocuk sokakta büyür, demez miydik.

İyileş Kurabiye, iyileş utandır beni, kaldır midemdeki kafam kadar taşı annem. Hele bu hastalıklar bir daha n'olur, benim içip içip eve geç geldiğim akşamların sabahlarında olmasın. Baban bir şey demese de, ben suçluyorum kendimi. Kan aldırırken adam gibi direnmedin bile bugün, böcekse bunu yapan, göçsün bu dünyadan nolur, kendi hesabını kendi görsün, beni bulaştırmasın.

14 Şubat 2016 Pazar

Artı yüzdoksanüçüncü gün

Sevgili Kurabiye,

Bugün Sevgililer Günü. Aslında bunu anlatmayacaktım ama hadi bundan da bahsedeyim okuyan okumayan birkaç göz ve kulak için.

Çiçekçilerin bayram ettiği gün bugün, ben de mutlu oldum ne yalan söyleyeyim, baban rengarenk bir demet ve ben çok sevdiğim için fırından alınmış pide ile gelince. Her kadının kalbine giden yol midesinden geçmiyordur belki amma, benimkini oralara çok yakın bir yere koymuşlar, yapacak bir şey yok.

Biz bugünün vesilesini daha erkenden yarattık kendimize. Ve sen birkaçıncı rakılı mezeli gecene geldin bizimle. O kadar gürültülü bir yerdi ki, uyumayı denesen de olmayınca zorlamadın. Ama ağlayıp bize de zehretmedin geceyi, on numarasın çünkü sen. Yani aynı gece üzerime işemiş de olabilirsin ama on numarasın oğlum sen. Gecenin bir saatine kadar bana rakı içirdiğin, meze yedirdiğin için, kendi yemeğini usluca yediğin için, kucağıma yalın ayak aldığımda seni, elini saçıma doladığın için, salla başını deyince deli deli salladığı için başını, babana babba bana nenne dediğin için, gelen geçen sarhoş amcalar yanağından makas alırken gülümsediğin için bir tanesin sen.

Sonra gençce bir çocuk seni sordu, "çok tatlı, senin mi abla?" dedi bana. "Benim" dedim senin gibi gülümseyip.

Mekanda, yorgun, berduş ve çişli pantolonlu halime bakıp "on yıl önceki kadar güzelsin sen" dedi baban bana. Aslında tam öyle olmadı, yani öyle başlamadı konuşma. Ben rakıyı, şalgamı görünce içlendim, sen de kucağımda sessiz sadasız durunca muhabbete girmenin tam zamanı oldu. "Ee" dedim, "Hayat memat nasıl, de bakalım..." "Mutluyum" dedi baban, bir kerede, pat diye. Hayranım bu direkt ve kendini bilen haline. Adam mutlu, o kadar... "Ya sen..." dedi sanki, ben bir bulutlandım, mutsuz muyum yok değilim, "Ben de mutluyum, ama çok kolay mutsuz olabiliyorum" gibi düşündükçe çok saçma gelen şeyler söyledim.  Ama sanki yine aniden "ben mutluyum kardeşim!" dese yine aynı şeyi derim gibi geliyor, tuhaf... Neyine mutsuz oluyorsun ki kadın, dedik içimizden dışımızdan. Kurabiye annesi işte, dedik bağrımıza bastık sonra.

Bu sabah var işte sonra, pide var, simit var, rengarenk çiçekler var. Yeşil örtü üzerinde kırmızı puanlı sofra var. Enfes kahvaltıya eşlik eden sen varsın etrafta dolanan. Çok güzel oldu resim. İyi ki geldin şenlendirdin evimizi, iyi ki babanın huzurunu aldın, iyi ki çoğalttın içimizi dışımızı, iyi ki yumuşattın beni, dolu dolu güldürdün, babana daha güzel bakmama vesile oldun, daha da saygı duymama. Onun kadar uyumlu, mutlu, huzurlu bir çocuk olup, benim gibi sokak seven bir yaratık olunca efl oldun oğlum sen. Sırtın yere gelmez Allah'ın izniyle.

Öptüm kakalı popolu, kakalı poposunu parkta piknik masasında temizleten şarkılı türkülü çocuk...

11 Şubat 2016 Perşembe

Artı yüzdoksanıncı gün

Doktor günüydü bugün, kocaman olmuşsun onu öğrendik. Tartıda gördüğümüz rakamlara hiçbirimiz inanamadık, maşallah dedik durduk. Üç tane aşı oldun hem sen bugün, değme çocuk hastalığı bişi edemez artık sana, tutu dememiz gerek tabi biliyoruz bunu.

Ama ben sana asıl biraz dünden bahsedecektim. Dün bir masal gecesine gittim ben. Kariye'de bir Arap Kitap Cafe'de-Pages BookStore dört güzel kadın masal anlattı bize. Ki sen bu masal olayına artık aşinasın daha önceden de anlattım sana.

Kocaman saçları olan bir kadınla gittik,  tüm yol bir dolu hikaye anlattı bana. Onu dinlemek, her defasında, ortasından girdiğim ama sonunu hep çok merak ettiğim bir masalı dinlemek gibi. Her yere her zaman geciken tavşan gibi bir kadın o. Hep telaşlı, hep hevesli, hep heyecanlı. Her sohbetiyle bende yeni bir maceraya yer açan bir kadın. Beni ve aynı zamanda seni masalla tanıştıran kadın.

Çok güzel bir yere gittik masalları dinlemek için. Seiba'nın rengarenk masalcı kadınlarıyla ve onları dinlemek için şehrin onca yerinden mekana doluşan ışıl ışıl gözlü insanlarla birlikte. Masala bunca tutkun, bunca hasret yanımızın anlamını bulamıyorum bir türlü, bir süre daha da bulamayacağım herhalde. "Benim gördüğümü sen de görebiliyor musun yoksa?" diyebiliyorum her gördüğüm insana sadece. Masal büyülü, masal şifalandırıcı, masal ellerinde sıkı sıkı tuttuğun şeyleri bir süreliğine bırakabilmek demek ellerinden, çırılçıplak kalıp teslim olmak demek, senin senliğinden çıkman demek, benim ben olmamam demek.

Sonra, bir adam bir kadına seni seviyorum dedi gecenin sonunda. Yüzyıllar boyu benimle ol dedi, elmadan bir yüzük çıktı, kadının parmağına takıldı. Adamın minik oğlu istedi babasının huzur veren bu kadınla yol yürümesini. Ben belki birkaç başka kadın gibi, ağladım birazcık. Tam neye neden bilmiyorum, duygusallık işte demek lazım belki. Zarif ve huzur veren kadın öyle yakıştı ki adamın göğüs kafesine, o kadar güzel bir oldu ki adamla, ona vuruldum sanırım. Küçük büyük adamın babasını desteklemesine, yüreklendirmesine, yeniden başlamaya cesaret eden büyük adama, bu birbuçuk adamı kalbine yerleştiren kadına, gökten düşen elmadan çıkan yüzüğe, dört masalla sarhoş olmuş, ta nerelerden Kariye'ye kafasında binlerce düşünce ile taşınmış bizlere hayran oldum.

Sen mi, seni çok seviyorum ben. Tıpkı küçük kız kardeşimin bu ara sık sık dediği gibi...

Uyu büyü, gez toz, anla, anlat Kurabiye...


7 Şubat 2016 Pazar

Artıyüzseksenaltıncı gün

Planladığımdan çok farklı gerçekleşen bir gün oldu Kurabiye. Ve tüm olanları senin gece birde, üçte, beşte ve altıda kalktıktan sonra hiçbişi olmamış gibi yedide uyanman ve kocaman gülümsemen tetikledi.

Seni ve babanı bırakıp bir yere gidecektim, ama seni o kadar erken saatte o kadar dinç ve o kadar güleç görünce yapamadım. Gelin beraber gidelim, dedim. Baban da kırmadı beni. Ve biz bütün gün, avare avare dolandık annecim.

Sen bu vesile ile ilk defa Üsküdar gördün, ilk defa boyu boyuna uygun bir masada, boyu popona uygun bir taburede oturdun. Sonra ilk defa Haliç'e giden bir vapura bindin, hoş bindin dediysem de üç saat kadar uyuduğun için, dilenci vapurunun uğradığı durakları görmedin. İndiğimiz ve dolaştığımız Eyüp'ü de görmedin. Dolayısıyla namaz kılmayı öğreten aleti, isim yazılan tesbihleri, zemzem suyu olduğu iddia edilen ama babanı pek inandıramadığımız pet şişe içindeki suları, boy boy misvakları -bir tür diş fırçası diyelim şimdilik senin için- ve Eyüp Cami avlusunda senin için şükür ve hayır duası ettiğimi görmedin, bilmedin, duymadın. O kadar çok dua eden vardı ki camide ve etrafında, hem sevindim hem biraz hüzünlendim halimize. Ne çok insanın derdi, kederi, sıkıntısı, adağı var dedim. Kapı önünde tatlı dağıtılanlar vardı misal, bir dilekleri yerine gelmiş olmalı dedim.

Sonra sahile indik, oralarda uyandın. İlk defa, denizde yüzen ördekler gördün, galeta attık onlara. Ben ördek vak diyor bak, desem de, sen ona araba muamelesi yapıp "hen hen hann" dedin. Yani çok da haksız değilsin, bir yüzey üzerinde kendi kendine kayıp giden şeylere "hen hen" diyorsak, ördekler de pekala deniz hen henleri olabilir. Yine beni büyüledin.

Sonra bir kez daha vapura bindik, işte sen o vapurda deniz köpüklerini keşfettin. Vapurun kıç tarafından köpükleri seyrettik seninle. Sen usta bir orkestra şefi gibi köpükleri yönettin, ellerinle yön verdin onlara, dans ettiklerini hayal ettin bence. Bir ileri bir geri ittin ellerini köpüklere bakıp, ben yine hayran oldum sana.

Bir ara babana bıraktım seni, geri geldiğimde onunla birlikte huşu içinde denize bakıyordunuz. Dedim noldu bu çocuğa, benim oğlum fır fır gezmek tozmak, yürümek koşmak sever, bu kimdir. Baban dedi ki, çok yorulmuş bayıldı çocuk. Ama sen beni görünce yine zıvanadan çıktın, çöz beni şu arabadan da gidelim iskeleye doğru, dedin. Hah şöyle oğlum benim, dedim. Huşu içinde arabadan indirdim seni. Bizi, daha yolun başındayken şıp diye çözmüştün işte sen. Sukunet istediğinde babanla, hareket istediğinde benle takılacaksın. Biz de sana tutunacağız.

Öptüm seni yorgun ve banyolu ayak tabanlarından...