19 Mayıs 2015 Salı

İkiyüzseksendokuzuncu gün

Ben bir önceki yazıyı acele acele yazmış olsam da, sen o gece hiç de acele acele uyumadın Kurabiye. Davulun, zurnanın, yarım kadehçik rakının intikamını, o gece bana göre altı, babana göre beş kez uyanarak aldın. Ve bu kezler ne yazık ki kesişmiyor birbiriyle, baban diyor ki sensiz dört kere kalktım en az, ben de diyorum ki en az beş kez sensiz uyandım. Yani annecim, sen uyutmamışın bizi o gece. Ödeştik sayılır yani bir açıdan.

Adana çıkartman da tamamlandı böylece, darısı göreceğin yeni yerlere. Ben bir Antep düşünüyorum bize, hoş Antep'in taşlı yolları senin puseti kaldırır mı, emin değilim ama var bir niyet, bir kaşınma diyelim...

Doktor kontrolün vardı yine, kocaman bir tosuncuk olmuşssun. "Bö" demeyi öğrendin sonra, tam anlamını henüz anlamasak da, arada yaptığın işi bırakıp -bu bazen emdiğin meme, bazen elindeki oyuncak oluyor- kafanı kaldırıp dudaklarını büzüp "bö" diyorsun. Ben de "bö" diye karşılık veriyorum, sonra yaptığın şeye kaldığın yerden devam ediyorsun. Anlaşmış oluyoruz.

Sonra bu sabah sattık seni Hayat ablaya, felekten bir kahvaltı çaldık kendimize. İnsan ve puset seli olan bir sahilden, cici bir kuytuya attık kendimizi. Üzerine de Kuzguncuk'a gittik sensiz, utanmadan sıkılmadan bak. Ama akşama doğru seni de alıp çıktık sonra. Sen sakin sakin oyuncağınla oynarken, biz su sesine karışıp, huşu içinde çekirdek çitledik. Daha ne istersin ki hayattan, anlarından biriydi annecim. Pusette sakin sessiz oynayan sen, arkada su sesi, piknik masasında biz, ve elimizde çekirdek.

Güzel günlerin benden, bizden çok olsun tatlı çocuk. Yolun açık, için huzur dolu olsun. Öptük seni ayak parmaklarından...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder