31 Ocak 2016 Pazar

Artı yüzyetmişdokuzuncu gün

Bugün kestane ile tanıştın, yani bu kadar seveceğini bilseydim, çoktan donatırdım dolabı kestaneler ile. Elinde evirdin çevirdin, şekli şemali boyu posu pek değişik geldi gözüne. Ağzına götürdün bir iki ısırdın, olmadı, beğenmedin. Sonra her yan kestane oldu ben oyunun canını çıkarınca. Hadi bunları poşete koyalım dedim, hani beni kırmak da istemedin, ama gözün de yemedi tüm mutfağa yayılan arkadaşları toplamayı. Bir avuca iki tane sığar mı diye zaman zaman zorladın, olmadı. Sonra sen arkanı döndükçe ben atı atı verdim ikişer üçer tanesini poşete.

Kaşıkla tanıştın geçenlerde, söyledim sanırım. Yalnız durum hafif korkutucu bir hale geliyor bizim için. Çünkü kaşığı tam biz yemek yerken; önce yemek tabağına sonra turşu ya da yoğurda sonra da bardağa daldırıp, bir karıştırıp sonra içmeye çalışmak istiyorsun. Bunları benim kaşığım, benim tabağım ve bardağımı kullanarak yapmak istediğin için ben yemek yiyemiyorum. Hani böyle devam edersen ben zayıflayabilirim evet, ama babanı ikinci bir çocuk fikrine katiyen alıştıramam ki kendisini de söylüyor bunu, senin de can güvenliğini sağlayabileceğimden emin değilim.

A can güvenliği deyince, sen bu sabah önceki pazar sabahlarından farklı olarak yedibuçuk yerine yedi sularında uyandığın, ve geri uyumadığın gibi car car bağırdığın için, baban çok eski bir belgeselde, çifleşebilmek için yavrularını yiyen bir baba balığın hikayesini hatırladı. Yani nereden çıkardı bilemiyorum, ama öyle dedi.

Ondan yavrumcum, sen ne yap et, eski günlerindeki gibi uslu bir çocuk ol, bu akşamki gibi ağlamaktan sızarak değil, daha önce hep olduğu gibi şarkılar söylerek uyu, emi.

Öptüm seni terli ayak parmaklarından...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder